11-HAYALİMDEKİ İTFAİYE ÇAVUŞU (!!!!) 24.4.2010 Cumatesi-Yüreğir/Adana
HZ. AİŞE RA’NIN DOĞUM TARİHİ, EVLENDİĞİ ZAMAN YAŞI
İnsanlar hayallerinde,hülyalarında ve rüyalarında hep iyi şeyler görüp sevinmek isterler.Genelde hayallerinde,hülyalarında ve rüyalarında gördükleri iyi şeyleri anlatırlar.Ama kötü şeyleri anlatmak şöyle dursun onları hatırlamak bile istemezler.İşte ben bugün size hayalimde kötü olarak canlanan bir hayali anlatmak istiyorum.İşte hayalim:
Hemen hemen her tarafı denizle çevrili çok geniş bir arazi üzerine kurulu çok eski bir konak hayalimde canlandı.Bu konakta babaanneler, anneaneler,analar,babalar,kardeşler, halalar,teyzeler,damatlar ve çocukları hep beraber yaşıyorlarmış.Derken zaman gelmiş gün dönmüş bu konaktaki durumlar değişmiş.Bu konağın babaanneleri ile anneaneleri vefat etmişler.Erkekler savaşta şehid olmuşlar.Konak eski haşmet ve heybetini kaybetmiş.Hasılı kelam konakta kala kala bir kaynana,dul bir gelin ve bekar bir kız kalmış.
Kaynana,gelin ve bekar kız bu konakta hayatlarını devam ettirirlerken birgün konakta hiç beklenmedik bir yangın çıkmış.Yangını söndürmeye gelen görevliler yangının büyüklüğünü görünce birden bire ne yapacaklarını şaşırmışlar.Yangını söndürmeye çalışmak yerine seyretmeye başlamışken aralarındaki gözü pek bir itfaiye çavuşu hemen ileri atılarak konağa girmiş.Konakta yaşayan Kaynana,gelin ve bekar kızı son anda yanmaktan kurtarmış.Aile kendilerini kurtaran itfaiye çavuşuna teşekkür etmiş,minnettar olmuş.Derken zaman geçtikçe bu aile ile itfaiye çavuşu arasında bir dostluk oluşmuş.Dosluklar çok samimi bir şekilde devam edip gitmiş.
Aile itfaiye çavuşu gördükçe saygı göstermiş.Minnettarlıklarını ifade etmişler.İtfaiye çavuşunun hayalinde hiç iyi şeyler geçmezmiş.İtfaiye çacuşu hayalindeki hinlikleri gerçekleştirmek için fırsat kollayıp dururken ailede bir yemek daveti almış.Bu yemek daveti sayesinde itfaiye çavuşu şartların oluştuğunu düşünerek yemeğe giderken bir büyük şişe rakı alarak gitmiş.Akşam olup yemek sofraya gelince itfaiye çavuşu bir taraftan yemek yerken diğer taraftan da şişeyi açmış ufak ufak içmeye başlamış.Yemeğin ortasında evdeki Kaynana,gelin ve bekar kıza da içmelerini söylemiş.Onlar başta her ne kadar reddetmişlerse de geçmişte itfaiye çavuşunun kendilerine yaptığı iyiliği düşünerek birer kadehte bir şey olmaz diye içmişler.Tabi daha önce konakta böyle şeyler bilinmediği için hepsi sarhoş olmuş.İtfaiye çavuşu her zaman içtiği için sarhoş olmamış.Bu meret şişeden durduğu gibi mide de durmuyor.
İtfaiye çavuşu Dallas dizisindeki Baby gibi sarhoş olan ve kendini kaybeden kaynana,gelin ve bekar kıza tecavüz ettikten sonra evden ayrılmış.Aile üstünde sarhoşluğu atınca kandırıldıklarının farkına varmışlar ama iş işten çoktan geçmiş.Böyle perme perişan bir halde iken birkaç gün sonra itfaiye çavuşunu görmüşler ve:
-Keşki sen bizi o yangından kurtarmasaydın da biz yansaydıkta böyle ırzımıza geçmeseydin,daha iyi olurdu diyerek itfaiye çacuşunu lanetlemişler.Aile fertleri bu rezalete daha fazla dayanamayarak intihar etmiş.Konakta bilinmeyen bir sebeple çıkan yangın sonucu külle buz olup yok olmuş.
Hayal dedikya hepsi güzel olmuyor.Çoğu zaman böyle kötü de oluyor.Sizi üzdüysem özür dilerim.elimde değil.Ben ne yapayım.Hayal işte.bugün de bunu tahayyül etti.Benim hayalim böyle canlandırdı.Ya bu hayal değilde gerçek olsaydı o zaman vay bana vaylar bana olurdu!
Selam ve dua ile.
Mü’minlerin annesi Hz.Aişe’yi Sıddıka’yı Saliha'yı Hümeyra r.a. validemiz Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe r.a. ile Kinane kabilesinden Ümmü Rüman binti Amir b. Uveymirin kızıdır.Bu ahlak abidesi, âlim, fakîh, faziletli annemiz Hz. Aişe r.a. Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa s.a. ile evlenmiş, Resulü Ekremin zevce-i tahireleri olmuştur. Güzel, Faziletli, sıddîk adına lâyık bir zatın kızı iken, bütün insanlığın Peygamberi, bütün Peygamberleri tasdik eden son ve kıyamete kadar dünya düzenini kurmaya, dünyayı imara tek yetkili Peygamber Muhammed Mustafa s.a.’ın eşi olmakla ayrı güzel bir mevki kazanmıştır. Hz. Peygamber s.a.’in, kız olarak evlendiği tek eşidir. Rasulullahın âlem-i bekaya irtihalinden sonra, İslam esaslarının öğretilmesi konusunda çok ciddi hizmeterde bulunmuş bir hanımefendidir.
Ancak, Rasulullah s.a.v. ile evliliği konusunda kendisinden rivayet edilen bir hadiste (Buhari Nikah 38, Tirmizi, Nikah 10, İbn Mace, Nikah 53, Müsned-i Ahmed 6/42,54,118, 200, Dârimi, Nikah 28) Rasulullah ile 6 yaşında nişanlandığı, 9 yaşında evlendiği, 9 yıl evli kaldığı ifade ediliyor. Bu sebeple de samimi Müslümanlar acaba bu kadar küçük yaşta mı evlendi, sualini, kendi kendilerine soruyorlar. Birazcık lafını sözünü esirgemeyenler veya İslam düşmanları da bu yaşta bir evliliği tenkid konusu yapıyorlar. Kendisinden yapılan bu rivayetin yanında, yine kendisinin rivayet ettiği başka hadisler de var.
Buharinin, Kefalet 4, Menakıbü’l-Ensar 45, Edeb 64, Salat 86’da, Müsned-i Ahmed 6/198 de zikrettiği rivayette Hz. Aişe r.a.: “Anam-babamın İslama girdikleri sırada benim kesinlikle onların davranışlarına aklım eriyordu.” diyor. Bu hadis, başka kaynaklarda, “Ben bildim bileli anam – babam Müslümandı.”
Şeklinde yanlış anlaşılıp tercüme edildiği için Hz. Aişe’nin doğum tarihi ve yaşı konusunda, bi’setten sonra doğduğu konusunda delil kabul edilmiştir. Halbuki doğru olan tercümesinde olduğu gibi anlaşıldığı takdirde, Hz. Aişenin bisetten en az 5-6 yıl önce doğduğuna delil olur bu hadis. Çünkü Ancak 5-6 yaşındaki bir çocuk, biraz da kabiliyetli ise, o yaşlarda ana-babasının davranışlarına aklı erer. Bu hadisten anlaşıldığına göre Hz. Aişe 604-605 yılları arasında doğmuş olması gerekir.
Hz. Aişe, Mekkede, Peygamberliğin 4. yılında nazil olan Kamer suresinin “Asıl kıyamet onların tehdit edildiği cezalandırma anıdır. O vakit daha feci ve daha acıdır.” (46) ayetiyle ilgili bir rivayette bulunurken “Bu ayet Mekke’de Muhammed s.a.v’e indirildi.Ben o zaman genç kızlık çağına girmek üzere olan bir çocuktum.Oyun çağındaydım.” (Buhari Fedailülkur’an 6, Fethülbari 11/291,Ayni 20/21) diyor. Bu hadisten anlaşıldığına göre en az 10-11 yaşlarında olması gerekir.
Hz. Aişe’nin ablası Esmadan 10 yaş küçük olduğu kesin. Hicret sırasında, Abdullah b. Zübeyre hamile olduğuna ve 27 yaşında olduğunu belirttiğine göre Esma r.a. 595 yılında doğduğu kesinlik kazanıyor.(Nevevi,Tehzib’ül-Esma 2/597,Hakim, Müstedrek 3/635)
İbn İshak Hz. Ebu Bekir’in Müslüman olduğu sırada Esma r.a.’ın 15 yaşına girdiğini ve 18. Müslüman olduğunu belirtirken, Hz. Aişenin de Ebu Bekr tarafından İslama davet edilmiş çocuk yaşında Müslüman olduğunu söylüyor. Hz. Aişenin adını Habeşistana hicretten önce Müslüman olanların arasında sayıyor.(İbn İshak, Sire 124,İbn Hişam Sire 1/83,271)
Kardeşi Abdurrahman Hz. Aişeden bir yıl önce doğmuştur.Bedir Savaşına iştirak ettiği sırada 20 yaşındadır.Hudeybiyeden sonra 27 yaşında İslama girdiğine göre 604 yılında doğmuş olması gerekir.(İbn’ül Esir, Üsüd’ül Gabe 3/467)
Hz. Aişe r.a.Bedir savaşından sonraki Şevval ayında Rasulullah ile evlenmiştir. Rasulullah s.a.’in alem-i Bekaya irtihali sırasında 27 yaşında olduğunu Mişkatin müellifi kitabında belirtiyor. Hz. Aişenin kendi ağzından da Rasulullah ile 9 yıl evli kaldıklarını öğreniyoruz. Bu rivayetler de, Hz. Aişenin doğduğu tarihle ilgili bize ortalama bir yıl vermektedir ki, bu 604-605 yılları arasıdır.
Asr-ı saadet 2/1010 da, Hz. Aişenin hicret sırasında 17 yaşında olduğu zikredilmektedir.
Hz. Aişe Peygamberimizle nişanlanmadan önce, Mutim b. Adinin oğlu Cübeyr b. Mutim(yaşı 19)le nişanlanmıştır. Peygamberimiz ikinci defa nişanlandığı ve evlendiği nişanlısıdır. Demek ki Hz. Aişe, içinde yaşadığı toplumun geleneklerine göre nişan takılacak çağa gelmiş bir genç kızdır. İlk nişanı, nişanlısının babası Mutim tarafından bozulduğu için Rasulullah ile nişanlanmıştır.
Hz. Aişe’nin Rasulullah ile nişanı uzun sürmüştür. O kadar ki, Hz. Ebu Bekir, Rasulullah’a niçin evlenmediği konusunu sormak mecburiyetinde kalmıştır. Maddi imkan eksikliğini duyunca da, Rasulullah’a borç para vererek, düğünün daha da geciktirilmemesini sağlamıştır.
Rasulullah s.a.v.döneminin medyası, o günün hiciv şairleridir. Rasulullah s.a.v. de dost-düşman herkesin gözünün üzerinde olduğu meydanda bir insandır. Eğer bu konuda örfe uygun olmayan bir şey söz konusu olsaydı, kesinlikle hicv ederlerdi. Bu konuda en ufak bir ima bile söz konusu olmamıştır.
Söz örften, gelenekten açılmışken bu konuda, şunları da belirtmemiz gerekir. Hz. Aişe’nin emsali olan kızların, erkeklerin evlendikleri yaşın tesbitinde de fayda var. Ablası Esma 18 yaşında evlenmiştir. Fatıma anamız 17 yaşında evlenmiştir. Hz. Ali 22 yaşında evlenmiştir. Cübeyr b. Mutim 19 yaşında nişanlanmıştır.Bunlar, bu konuda zikrettiğimiz delilleri teyit etmektedir.
Bir de meseleye Kur’an-ı Kerim nokta-i nazarından bakmak faydalı olacaktır.
Kur’an-ı Kerimde, hukuki ehliyet yaşının “eşüd yaşı – 18 yaş” olduğu açıkça zikredilmektedir. Rasulullah s.a.v. bunu bile bile, Hz. Aişe r.a. ile 9 yaşında evlenmesi mümkün müdür? Ondan Kur’an’a aykırı bir davranış sadır olabilir mi?
Peki Hz. Aişeden rivayet edilen, 6 yaşında nişanlanma, 9 yaşında evlenme meselesini, mezkur karşı delillerle nasıl te’lif edeceğiz. Lisan'ül-Araba bakıldığı takdirde, arapçada 11 den 19 kadar olan sayılar kullanılırken,birler hanesi zikredilerek onlar hanesi de kastedilmektedir. Bir bedevi "vahhid-birle, bir yap" dediği zaman, "cebimde 10 dirhem var, 1 de sen ver de cebimdeki parayı 11 yap." demek istemektedir.Hz. Arapçayı en edebi konuşan hanımlardan biridir. Arapçadaki bu özelliği kullanarak 6 ve 9 yaşla 16 ve 19 yaşı kasdettiği anlaşılmalıdır. Burada bir şeyi daha zikredelim,Hz. Aişe " Çocuklarınıza şiir öğreterek dillerini tadlandırın."buyurmaktadır.
Allah’a emanet olun.
SAMİMİYET TESTİNE HAZIR MIYIZ? 7.3.2010 Pazar-Yüreğir/ADANA
İnsanlık tarihine baktığımızden Hz.Adem’den bu yana geçen zaman süreci içerisinde Allahu Teala’nın hakiki müminleri daima samimyet testinden geçirdiğini görürüz.Bu samimiyet testi Allahu Teala en başta peygamberlere uygulamıştır.Peygamberlerin hepsi de bu testten başarılı bir şekilde geçmişlerdir.Peygamberlerden sonra samimiyet testine tabi tutulanlar,Salihler,Siddikler ve Şehidler olmuştur.Bunlarda samimiyet testinde başarıyla geçmişlerdir.Allahu Teala hakiki müminleri bugün dahi samimiyet testinde geçirmektedir.
İşte Allahu Teala’nın sevdiği kulları arasında teste tabi tuttuklarından bazı örnekleri size sunmak istedim.Bu testleri çoğumuz biliriz de farkında olmayız. İşte ben buraya bir defa daha dikkatlerinizi çekmek istediğim için kısaca açıklamak istedim.İşte Allahu Teala’nın sevdiği kullarına uyguladığı bazı dayanıklık testleri: Zirvedekiler samimi oldukları için Cenâb-ı Hak bunların duâsını kabul ederek Sünnetullah’a uymayan olayları meydana gelebilir.İşte Hazret-i Şuayb'ın duâsı bereketiyle, koyunlardan doğmuş siyah kuzuların hepsi beyaz olmuştur. Hazret-i Şuayb'ın duâsı bereketiyle taşlar toprak olmuştu.
Denizler boğamaz, denizin Hz. Yunus (as)’u boğamadığı gibi. Gözler göremez; Yahudiler Hz İsa’yı, Mekke müşrikleri de Hz. Resulullah (sav)’ı hicret ettiği zaman göremedikleri gibi. Zehir öldüremez, Hayberli Yahudi kadının Hz. Resulullah (sav)’a yedirdiği zehirin Onu öldürmediği gibi… v.s.
Esbabın hiçbir tesiri yoktur. Bütünüyle tesir Allah u Teala’ya aittir. Ateş temas ettiği eşyayı yakmıyor, yakan Allah (cc)’tır. Fakat bazı hikmetlere binaen ateşi kendi kudret eline perde yapmıştır. Çünkü Allah (cc)’ın azameti bunu gerektiriyor… Bütün esbap bu şekildedir. Kim bıçağın müstakil olarak (Allah’ın yardımı olmadan) eşyaları kesiyor, yemek doyuruyor, ilaç iyileştiriyor… v.s. kısacası kim tesiri esbaba isnad ederse ve tesiri müstakil olarak onlardan olduğuna inanırsa eğer mazur değilse (cehalet vs) icma-i ümmetle kâfir oluyor. (Tuhfetil mürid şerhül cevheretüt tevhid s.236)
Geldiğimiz noktada samimiyet testlerinin uygulanması devam ediyor.2009 yılında Hac mevsimi sırasında bizim hacı arkadaşımızlardan birisi Filistinli bir hacı ile tanışıp konuşuyor.Sohbet ilerledikten sonra bizim hacı Filistinli hacıya,Filistinlilerin bu duruma nasıl geldiklerini sorunca,Filistinli Hacı bu duruma MATMAHLIĞINDAN dolayı geldiklerini söylemiş.Matmahlık,mala mülke ve paraya tamah etmek demektir.Filistinli hacı konuşmasına şöyle devam ediyor:-Bir lira etmeyen arazilerimize Yahudiler 6 lira, 8 lira teklif edince milletimiz paraya tamah etti ve toprağını sattı.Birde baktık ki memleketin yarısı elimizde gitrmiş.Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de Peygamberimizin ise Hadis-i Şeriflerinde CİHAD’ı emretmesine rağmen kendilerinin buna aldırmadıklarından dolayı savaşla uyarılmak zorunda kaldırmadıklarını söylemiş.
Bizde samimiyet testine tabi olmadan kendimizi o teste hazırlamamız gerekiyor.Eğer kendimizi bu teste hazırlamazsak o zaman –Allah Göstermesin- Bizim de başımıza böyle belalar gelebilir.Bizler malımızla canımızla bilgi ve becerilerimizle Allah yolunda çalışma yapmak zorundayız.
Kendisi için ağlayan Müslüman, kardeşi için de ağlamadıkça imanı ile çelişmekten nasıl kurtulur? Kardeşlik ruhunu özümseyen her müminin tercihi; birlikteliktir, bireysellik olamaz... O "biz"i , "ben"e tercih etmiştir.,. Rahmeti kesrette değil, vahdette arar... Gerçek bu ise; aynı tercihte buluşanlara sormak lazım; aranızdaki bu tefrika neden?
Her tercih kulluk sınavının ayrı bir boyutunu içeriyor... Ayrıca her tercihin farklı bir faturası vardır... Sahih tercihlerin bela, bedel, çile yüklü olduğunu unutamayız... Zor günlerde, çetin virajlarda, baskı ve musibet ortamlarında nasıl bir tercihte bulunacağımız önemli...
Hz. Yusuf (as)m tercihini hatırlıyoruz... Şehvet fırtınalarının estiği bir atmosferde iffet ve ihlas gömleğinden sıyrılmıyor, direniyor:
"(Yusuf) Dedi ki; 'Rabbim, zindan bunların beni kendisine çağırdıktan şeyden bana daha sevimlidir..." (Yusuf-33)
Yusuf'un tercihi zindandı, zina değil... Şayet zina yolunu seçseydi iki dünyası da zindana dönüşecekti...
Ashab-ı Uhdud'un ateş dolu hendeklerinde sınanların duruşu nasıl bir mesaj içeriyordu? Dava adamları ateşle, alevle yaşamak zorundadırlar... İslam ateşten bir gömlekte olsa, sırtta taşınacaktı... Ebedi ateşten başka türlü nasıl korunulabilir?
İbrahim (as) putlara teveccüh etmektense, ateşi tercih ediyordu... Egemenlerin himayesinde değil, Allah'ın velayet ve vekaletinde karar kılıyordu...
Ashab-ı Kehf cahili sistemin bünyesinde kimliksiz kalmaktansa, tecrid yolunu seçtiler... Dağa ve mağaraya yöneldiler...
Dirilmek ve direnmek için başka seçenek kalmamıştı...
Musa'nın annesi çocuğunu Firavun'un cellatlarına teslim etmedi... Engin bir tevekkülle Nil'e Terk etti...
İsrailoğullarına gelince: Allah'ın kendilerine olan tüm nimetlerine rağmen "altın buzağı'"yi tercih ettiler... Yolları Tih'e çıktı. .. Tam 40 yıl sefil ve serserice bir yaşam... Ne akıllandılar, ne de uslandılar... Tam aksine şımardılar... Kudret helvası ve bıldırcın etinden vazgeçip sarımsak ve soğan sevdasına düştüler... Değerliyi değersize değiştirdiler... Böylece kendileri gittikçe değersizleştiler...
Hz. Nuh (as) ın oğlu da küstahça bir tutum takındı... Gemiyi değil, dağı tercih etti... Kendine güveniyordu, dağa çıkacaktı... Hesap tutmadı... Netice; tufan ve hüsrandı...
Tercihlerimizin bizi nasıl bir akıbete sürüklediğini görmek zorundayız... Bu açıdan tercihte isabet için basiret, feraset, hikmet, cesaret ve sebat kaçınılmazdır... Hayırlı bir sonuca gitmek istiyorsak; bilgi, bilinç, ahlak ve takva ve kalp ve ruhumuzu güçlendirmeliyiz... Çünkü tercihte keyfilik yok... Kaçamak yok... Tercihte aranan; kararlılık ve tutarlılıktır... Ödün vermeden özveride bulunmaktır... Ve hedefe kilitlenmektir... Kafalar karışık, zihinler bulanık, yürekler dağınıksa ayaklarda kayar... İşgale uğramış zihinlerin, çöplüğe dönmüş yüreklerin, ipotek altındaki idraklerin, kel vurulmuş iradelerin sahih bir tercih şansı olabilir mi?
Harici koşullara bağlı tercihler, yapılan tercihleri değersizleştirir... Konjonktürel baskılar, dayatılan tercihler iradeyi çökertir, insanı özgürlükten uzaklaştırır... Bu açıdan imana dayalı iradi tercihler önemlidir...
İman ve irade buluşması ile gerçekleşen tercihte tereddüt ve telaş yoktur...
işte o zaman göreceğiz ki; İslam tercihlerden bîr tercih değil, asli ve vazgeçilmez bir tercihtir... Müminlerin olmazsa olmazıdır... Varoluş nedenidir...
İslam ilk tercihtir... Tek tercihtir... Son tercihtir...
Artık bu tercih bir yaşam biçimidir... Hayatı çepeçevre kuşatır.Bu tercihte karar kılan müminlerin "kim" oldukları bellidir.Onlar; işin "sefa"sında değil, "sefer"dedir... Rahat"ı bozmuş “hazır ol" dadır... "Dinlenme" yi ertelemiş, "direniş" üzere -Mazeret "çi değil, "mükellefiyet"' derdindedir... "Kâr "'dan vazgeçmiş, "Birr" ve "takva" çabasındadır... "Rant"ı atlamış, "rıza” ve "Rıdvan"' arayışındadır... "Refah" peşinde değil, "felah" çırpmışındadır...
Tercihlerinde ilkeli, kararlı ve tutarlıdırlar... Neyi neye tercih edeceklerinin bilincindedirler...
"Parça"yı değil, "bütün"ü... "Niceliği" değil "niteliği"... "Zarfı değil, "mazrufu... "Kabuğu" değil, ''tohumcu... "Kül"ü değil, "köz"ü... "Zann"ı değil, "yakin” i... "Çamur" u değil, “ruh"u... "Kalıb"ı değil, "kalb" i önemserler... Tercihlerde kriter : Kitab'tır...
Hayatın başında, ortasında ve sonunda; dava ve dua vardır... Umudu, azmi, iradeyi elden bırakmazlar. . . Yanlış tercihleri tevbe ile tashih ederler... Tüm tercihlerin sağlamasını "La ilahe illallah" ile yaparlar...
Sağlıklı bir tercihin yansıması ise: Allah'ı tercih etmenin tezahürü tevhiddir...
Kur'an'ı tercih etmenin hayata yansıması takvadır...
Peygamberi tercihin hayatta karşılığı sünnettir...
Bu donanımla yola çıkanlar tercihte zorlanmadılar. En güzele müşteri oldular ... En Sevgili'ye yakın durdular. . .
Suheyb-i Rumi (ra)... Mekke'de çileli günler yaşadı.Hicret günleri başlayınca o da Medine'ye gitmek için yola çıktı... Müşrikler yolunu kestiler. . .
"Aramızda bulunuyorken edindiğin servetle Medine'ye gidemezsin" dediler... O yolunu seçmiş, yönünü bulmuştu ..Bunun için göze alamayacağı şey yoktu... O'na "dön" dediler... O Hakka" dönmüştü... Engel tanımıyordu... Her türlü bedeli hazırdı...
"Yanımdaki malımı size bıraksam, yolumu açacak mısınız?" dedi... Müşriklerinde istediği buydu... Maldan vazgeçti, Medine de karar kıldı... Kur'an bile tercihini hicretten yana yapanları kutluyordu:
"Öyle insanlar var ki; Allah'ın rızasına ermek için kendini satar (feda eder) Allah kullarına çok merhametlidir." (Bakara-207)
Ebu Seleme (ra)da hicret kararı aldı... Eşi ve çocuğu ile Medine yoluna düştü... Ebu Seleme'nin bu kararından haberdar olan eşinin akrabaları Muğireoğulları olaya müdahil oldular:
-Bu yolculukta kızımızın seninle başka diyarlara gelmesine müsaade etmeyiz, dediler, hanımı Ümmü Seleme'yi ve çocuğunu kendisinden ayırdılar... Kendi akrabaları Abdu'l Esedoğulları da gelip çocuğu annesinden ayırdılar... Aile parçalandı... Bu şartlarda Ebu Seleme tercihini Hz. Muhammed'den yana yaptı... Tam bir yıl baba, anne', çocuk ayrı yerlerde hasret gözyaşları akıttılar... bu, nebevi tercihte bulunanların çilesiydi...
Tercihte netleşenler engel tanımıyorlardı... İşte onlardan biri; tercihi cennet olanlar için fiziksel özürlü olmaları çıktıkları seferden geri kalmalarına neden olmuyordu... Uhud savaşına hazırlık günlerinde Amr b. Cemuh (ra) ile oğullan arasında yaşanan şu olay.... Amr ayaklarından özürlü, topallıyor... Bu halde savaşa katılmakta ısrarlı... Oğulları vazgeçirmek istiyorlar... Yaşlılığını, özürlü olduğunu hatırla Uy o r lar, ancak ikna edemiyorlar... Amr'ın cevabı:
-Söz konusu olan cennet dışında bir seçenek olsaydı, sizi nefsime tercih ederdim. Ancak ben bu topal ayaklarımla cennete gitmek istiyorum.
Aile içinde sorun Gözükmeyince durum Resulullah’a arz ediliyor. Amr tercihim savunuyor... Kendisine İzin çıkıyor... Şehidler safında yerini alıyor...
O an ruhsallar İşlemiyor, azimet ağır basıyordu...
"Zer"i tercih edenler zarar etti... Ebu Zer kâra geçti...
Hicret, cihad, davet, şehadet hepsi birer tercihtir... Kendini aşabilenlerin yapabileceği bir tercih...
Şimdi şu soruları kendimize sorma vaktidir... Tercihlerimizle ashabın tercihleri arasında bir paralellik görüyor muyuz? Tercihe giderken o ilk Kur'an neslini referans almamız gerekmiyor mu? ideolojik, politik, demokratik, ekonomik tercihlerimiz bizi kime yakınlaştırıyor?
Tercihlerimizde belirleyici olan İslam mı, yoksa vahşi kapitalizmin sinsi reklamı mı? Gerçekten hangi markaları tercih ettiğimizin farkında mıyız? Hangi modayı takip ettiğimizin bilincinde miyiz?
Renkli, zevkli bir dünyada ilgi alanımıza giren renk hangisidir? Allah'ın boyası mı, yoksa!?...
Nesillerimizin kıble tercihini biliyor muyuz? Hz. Muhammed (sav)in döndüğü kıble mi, yoksa!?...
Cehalet, sefalet, şehvet ve zilletin kol gezdiği bir ortamda insanlar sağlıklı bir tercihe nasıl gidebilirler? Özgür, adil, erdemli bir tercih için mücadele vermeliyiz... Bedel ödemeyi göze alarak... Fincancı katırlarını ürkütmek pahasına... Bu bizim hem Allah'a , hem topluma , hem de kendimize karşı ertelenemez bîr görevdir... Şartlar olgunlaşınca insanlar şu gerçeği kavrayacaklardır:
"Allah ve Rasulü, bir işte karar verdiği zurnan, mümin bir erkek ve mümin bir kadın için o işte kendi İsteklerine göre tercihte bulunma hakkı yoktur..." (Ahzab- 36)
Bizim tercihimiz: Her şey "O"na göre... "O” nun için... "O"nun yolunda…
KİMLİK VE TESLİMİYET
İslam teslim olmaktır...
Müslüman, teslim olandır...
Müslüman'ın İslami kalitesi teslimiyeti ile ölçülür... Teslimiyet önemlidir... Ancak neye teslim olduğunun bilincini yakalamak, daha önemlidir... Çünkü vahiyle sağlaması yapılmayan bir teslimiyet, sonuçta aldanıştan başka bir şey değildir... Teslimiyetini olması gereken düzlemde gerçekleştirmeyen kişi esir alınmaya adaydır... Teslim olmak adına bir takım saçmalıkların ve çarpıklıkların açmazına düşmemek gerekir… Teslimiyetle, sömürülmeyi. enayileşmeyi ayrıştırmak mecburiyetimiz var, aksi de ahiret pazarlamacılarının tuzağına düşmekleri nasıl kurtuluruz? Aptallaşmanın önüne nasıl geçebiliriz?
Allah'a teslimiyet, fanilere teslimiyetten korur... Peki, teslimiyet nedir? Kişinin kendisini bilerek ve içtenlikle Allah’ın iradesine bağlamasıdır. O'nunla gücüne boyun eğmesidir.Hayatta istikamet üzere bir duruşla,bütün bir ömür boyunca sahih bir kulluk yürüyüşünü sürdürme çabasıdır. Yürekten gelen bir samimiyet ve sadakatle "Allah'ı görüyormuşçasına" kendim Allah'a arz etmektir... Allah'tan başkalarının müdahalesine kendini kapatmaktır... Allah'ı öncelemektir ve bihakkın önemsemektir... Allah bilincinin insanı komple kuşatması ve kalbe oturmasıdır... İmanın özü teslimiyet... Teslimiyet esasla kalp merkezli bir eylemdir... Teslimiyet, didişme ve diklenmenin zıddıdır... Teslimiyet iman ve ihlasla doğru orantılı gerçekleşir... Hakkın tercihini kendi tercihinin önüne geçirmektir... Nefse ağır gelse bile... Hangi iş ki, ucunda Allah'ın rızası var, teslimiyetten imtina etmemek gerekir...
GÖRÜNEN O Kİ “EFENDİM,KURTARICIM,MÜJDECİM PEYGAMBERİM 25/02/2010 Cuma-ADANA
Hicri,1431,miladi1439 sene önce günlerden Pazartesi 20 nisanı gösteriyordu.İşte o gün “Sen olmasaydın,Ben bu alemi yaratmazdım” diyen Allah’ın sevgili kulunun doğum günüydü.Zaman durmuş,dünya muhterem misafirini bekliyordu.işte beklenen o an gelmişti ki çağın ve insanlığın beklediği insan doğmuştu.
Doğumundan bu güne bunca yıl geçmesine rağmen hala O’nun ne için geldiğini,ne getirdiğini,Allah’ın O’nun sayesinde insanlığa neler hediye ettiğini tam anlayabilmiş değiliz.Önümüzdeki Cuma günü Peygamber Efendimizin doğum yıldönümüdür.İşte Peygamberimizin doğduğu gecenin sabahı aydınlık bir sabah oldu.Dünya nurla doldu.Ya Resulullah (SAV) Sen,Hz.İbrahim (as)’ın duası, Hz.İsa (as)’ın müjdesi,Hz.Amine’nin rüyası olarak doğdun.İnsanlığa Allah’ın lütfü,nimeti ve rahmeti olan kainatın Efendisi Hz.Muhammed (SAV) olarak dünyaya geldin.
Onun gelişiyle insanlık şeref ve haysiyete kavuştu.Zulmün yerini adalet,kuvvetin yerini Hak,yalanın yerini hakikat almıştır.Cehalet ve esaretin zincirleri kırılmış,ilim ve hürriyete kavuşulmuş,kadın bir ticaret malı olmaktan çıkarılarak toplumda itibarlı yerini almıştır. Doğum yıl dönümü nedeniyle size “Resulullah bugünkü halimizden mahzun mu, mütebbessim mi? Sorusunu sormak istiyorum.
Muhterem Öğrencilerim,
Resulullah (SAV) 15 asır önce yine bir Pazartesi ahirete irtihal etti.Artık o günden beri O’nun cismi arsamızda değil.O’nun ruhu aramızda dolaşıyor.Adeta bizi teftiş ediyor.Bizim yaptığımız iyiliklerle mesrur (Bizden razı),kötülüklerimizden,günahlarımızdan ve hatalarımızdan da mahzun oluyor.Muhterem alimlerimizden birinin sohbetinden dinlemiştim.O “Resulullah (SAV)’in aramızda dolaştığını,iyi amellerimizle O’nu sevindirdiğimizi,Günah ve hatalarımızla da O’nun üzülmesine sebep olduğumuzu anlatmıştı.”O’nun sevgisinin kalbimize yerleşmesi ve Müslüman’ca yaşayabilmemiz için de,O’nu daima aramızda olduğunu hissetmeye çalışalım.Ve kendi kendimize “Resulullah (SAV),mahzun mu,yoksa mütebbessim mi? Diye soralım.
Ben o soruyu düşündüğümde onun çoğu zaman mahzun olduğunu,nadiren mesrur ve mütebbessim olduğunu düşünürüm.
O’nun aramızda olduğunu düşünmeye çalışmakla beraber zaman zaman da O’nun huzuruna gidip O’nunla görüştüğümü hayal eder.O’na olan hasretimi bu şekilde biraz olsun gidermeye çalışırım.Geçenlerde yine seccademe oturdum.gözlerimi kapadım.Ve O’nun huzuruna gittim.O çok ama çok mahzundu.Selam verdim.Mahzun bir sesle selamıma karşılık verdi.Ama O sevgi,şefkat ve merhamet abidesi başını kaldırıp yüzüme bile bakmadı.Mübarek başını önüne eğmişti.Sanki bana küskün gibiydi.O kadar mahzundu ki,O’nun bu hali yüreğimi dağlamıştı.Bununla beraber bir de,dargın gibiydi.Duruşu bana o kadar dokunmuştu ki göz yaşlarıma hakim olamayarak,ağlamaya başladım.Belki benim yerimde siz olsaydınız,O’nun bu hali karşısında,sadece ağlamakla kalmaz,belki üzüntünüzde kendinizden geçer,bayılırdınız.Belki de orada ruhunuzu yaradana teslim ederdiniz.Fakat ben dumura uğramış hissiyatımla sadece mahzun bir gönülle ağlıyordum. “Niye mahzunsunuz Ya Resulullah ?” diye sormaya cesaret bile edemedim.O’na onu soracak yüzüm yoktu. “Herhalde Ben hakiki bir Müslüman olamayışımdan dolayı mahzundu Ümmetin,gençliğinin halinden dolayı mahzundu.Mahzun olacak daha çok şey vardır ki diye düşündüm.
Bir daha baktım,nurlu yüzüne.Mübarek yüzündeki hüzünle adeta; “Ben mahzun olmayayım da kim mahzun olsun?Ümmetimden olduğunu söyleyip de Allah’ın emrettiği ve benimde sünnetim olan örtü emri inkar edilerek kadınların ve kızların başları zorla açtırılırken ben nasıl mahzun olmayayım? Ümmetim günahlar içindeyken,gurur,kibir ve riyaya kapılmış,kalpleri kararmışken,gaflet ve rehavete dalmışken,ben nasıl mahzun olmayayım?Gençlik fuhuş ve münkerata çekilip,sürüklenirken,ben nasıl mahzun olmayayım? Sokaklardaki yetim ve öksüzlerin,sahipsiz çocukların imanları tehlikedeyken,bunlara ve kaçırılarak,tuzağa düşürülen, namusları kirletilen,bir meta (mal) gibi satılan kadınlara Müslümanlar sahip çıkmazken Ben nasıl mahzun olmayayım” diyordu.Evet,dedim.Ona sorsaydım bana bunları söyleyecekti.Ve bana soracaktı; “Peki bu durumlar karşısında sen ne yapıyorsun?deseydi.acaba ben o zaman ne cevap verecektim.
Benim daha fazla ağladığımı görünce bu durumuma dayanmadı.Şefkat ve merhamet Abidesi Peygamberim.Beni teselli etmek ister gibi yüzüme baktı. Ben hemen: “Söz veriyorum Ya Resulullah (SAV)” dedim. “Sana söz veriyorum.Allah’a layık Sana yaraşır bir mümin olmaya çalışacağım.Ümmetin ve gençliğin gaflet ve delalet girdabına düşenlerin kurtulması için daha çok çalışacağım.Sokaklardaki sahipsiz çocuklara,mazlumlara,
bacılarımıza sahip çıkarak ve tüm ızdıraplı Müslümanlara yardım etmek için elimde geleni yapacağım.Bu uğurda gerekirse canımı bile seve seve feda edeceğim.Sana söz veriyorum.Ne olur mahzun durma artık ,dedim.
Benim bu sözlerimden sonra adeta memnuniyetini ifade eden bir hediye olarak tebessüm etti.Resulullah (SAV) tebessüm ediyordu; Ama mübarek gözleri yine mahzundu.Yalnız gözlerinde bir ışık belirmişti.Bu bir umut ışığıydı.O’nun mahzun olmaması,mahzun gözlerinin de içinin gülmesi ve mübarek yüzünde tebessüm çiçeklerinin açması için çok çalışmalıyız.Elimizden gelen her fedakarlığı yapmamız gerekiyor.
İşte ben tam o sırada sizin adınıza O’na “Efendim,Kurtarıcım,
Müjdecim,Peygamberim/ Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim,” dedim. Ve hayal aleminden uyandım.
Doğum yıldönümünün başta Müslümanlara olmak üzere bütün insanlığa,gelişi gibi hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ederken yazımı bir şiirle bitirmek istiyorum.Şiir şöyle:
“PEK HAZİN BİR MEVLİD GECESİ
Yıllar geçiyor ki,Ya Muhammed (SAV),
Aylar bize hep muharrem oldu!
Akşam ne güneşli bir geceydi…
Eyvah,o da leyl-i matem oldu!
Alem bugün iki milyarı geçti
Mazluma yaman bir alem oldu:
Çiğnendi harim-i paki şer’in;
Namusa yabancı mahrem oldu!
Beyninde öten çanın sesinden
Binlerce minare ebkem oldu.
Allah için,ey Nebiyy-i masum,
İslam’ı bırakma böyle bikes,
İslam’ı bırakma böyle mazlum.”
HACCIN ANLAMI VE GAYESİ 17/10/2009 CUMARTESİ-YÜREĞİR/ADANA
إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكاً وَهُدًى لِّلْعَالَمِينَ {96} فِيهِ آيَاتٌ بَيِّـنَاتٌ مَّقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَن دَخَلَهُ كَانَ آمِناً وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً وَمَن كَفَرَ فَإِنَّ الله غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ
“Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.”
“Onda apaçık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağni (kimseye muhtaç değil, her şey ona muhtaç)dir.”(Al-i İmran, 3/96–97)
Hac,Belli bir zenginliğe ulaşan Müslümanın parasının üzerinde –Hanefi mezhebine göre-bir yıl geçtikten sonra belli bir zaman diliminde belli kıyafetlerle –genelde Ulul-Azim Peygamberlerin ziyaret ettikleri - belli yerleri ziyaret etmesine denir.
Ümmeti Muhammed (SAV) arasında birlik ve beraberliği sağlamak için Allahu Teala Kur’an-ı Kerimde çeşitli ayetlerle belirttiği gibi Peygamberimizde çeşitli Hadislerle tavsiye etmiştir.Ümmet olmanın gereği de bir ve beraber olmaktan geçer. Ümmet bir ve beraber olmazsa başta Namaz olmak üzere birçok ibadetini ya eksiksiz yapar ya da terk eder.Onun için Müslümanların günlük,haftalık aylık,aylık ve yıllık mecburi toplanmaları gerekir.Günlük toplantılarını beş defa cemaatle namaz kılarak gerçekleştirirler.Yani Namaz Müslümanların günlük kongresidir.Cemaatle namaz kılma ile tek başına namaz kılma arasında Yirmi yedi derece fark vardır.O derece sıcaklık derecesi değildir.Bir derecenin büyüklüğü yerle gök arası kadardır. Olurda Müslümanlar beş vakit namazı cemaatle kılmayı ihmal ederlerse; en az haftada bir kongre yapmaları gerekir.İşte Cuma namazı da Müslümanların haftalık kongresidir.
Madem ki Peygamberimiz; “Namaz müminin miracıdır” buyurmuş.Bizlere bir ayağı Mekke’de diğer ayağı da Kudüs’te olan bu yolculuğa böyle hazırlanacağız.Ve Kudüs’teki ayağımızın yeri Peygamberimizin o gün bastığı yer gibi sağlam olacak.Kudüs ve çevresinde yaşayan Müslümanlara uygulanan zulmü ortadan kaldıracağız.Bir taraftan da Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’nın ruhuna uygun olarak yeniden dizayn edeceğiz.
Namazları cemaat ile edâ eden kimse, sıratı şimşek gibi geçer. “Hadis-i şerif.” Namazda meşgûl eden, renk, nakış ve resim ve (yazı) ve benzerleri mekruhtur.
Namazları evvel vaktinde kılmak lâzımdır. Lâkin, insanlık îcâbı (âcizlik) müstesnâdır. Ve kışın yatsının te'hîri müstehabdır. (demişler ise de, imam-ı Rabbânî tecvîz etmiyor (izin vermiyor).
Namazda her tekbîr, o rüknü yapmaya lâyık olmadığını bildirmektedir. Namazda, erkâna ve şartlara ve sünnetlere ve edeblere riâyet edip, tumânînete ve tâdîl-i erkâna riâyette mübâlağa oluna. (Aşırı dikkat göstere). Zîrâ ekserî kimseler, namazı zâyi' edip, elden kaçırıp, tâdîl-i erkânı yapmamışlardır. Bunlar hakkında azâblar bildirilmiştir. Namaz düzgün olarak edâ olunursa, kurtuluş ümidi çok olur.
Namazda, Resûlullah safları düzeltir, ondan sonra namaza dururlardı ve “safları düzeltmek, namaz kılmanın bir parçasıdır” buyururlardı.
Namazda niyyet, yalnız kalb ile olmak sünnettir. Dil ile niyyet bid'attir.
Namazın edâsında, bu farzı bizim Peygamberimiz edâ eylemiştir. Ben de edâ edeyim diye niyyet edildikte, Ümittir ki, farzı yapmak sevabından başka, tâbi olmak sevabı da ayrıca hâsıl ola.
Namaz hakkında, (izâ kâme-i- abdü fis salâti fütihat lehü ebvâbül-cinâni ve küşifet-il hucübü beynehü ve beyne Rabbihî vestakbeletil hûrül în....) ilâ âhıril Hadis-i şerif.(Bir kul namaza kalktığında, Cennet kapıları ona açılır. Rabbi ile arasındaki perdeler kalkar. Hûriler onu karşılar.)
Namazın hakîkati, bütün hakîkatlerin üstündedir. Namazı, tûl-i kunût ile ve âdâbı ve şartları ile edâ edeler. Namazın makbûlü, tûl-i kunût ile olanıdır. “Hadis-i şerifi”.
Namazda meydana gelen keyfiyyetin (hâl'in) gayrı üzere bir kaç mertebe üstünlüğü vardır. Ve bu huzur, asâleti muhbirdir (asâletin haber vericisidir).
Evde kılınan namaza bir sevap, câmide kılınırsa yirmiyedi sevap, Cuma mescidinde beşyüz sevap, Mescid-i Aksada beşbin, Mescid-i Saadette ellibin, Mescid-i Haram (Ka’be) da yüzbin sevap vardır.
Farz namazda lezzet, müntehîden başkasına müyesser değildir (nasip olmaz).
Farz namazda hâsıl olan keyfiyyetin, diğer vakitlerdekilere üstünlüğü vardır.
Namaz vardır ki, kırık kalbleri zevk ile doldurur. Rahât-i bîmârândır.
Namaz vardır ki, günahları yok eder.Namaz vardır ki, kötülüklerden korur.
Namazdaki lezzetten, nefsin zevki ve nasibi yoktur.
Namazda, kul ile Allahü Teâlâ arasındaki perdeler kalkar. “Hadis-i şerif.”
Namazda perdelerin kalkması, müntehîlere mahsûstur.
Namaz, müminin mîracıdır. “Hadis-i şerif.”
Namazın mîraç olması, bu ümmete mahsûstur.
Namaz, müminin mîracı olduğu için, teşehhüdde (otururken), mîraçtaki kelimeleri okumak emir buyuruldu.
Namazın dünyadaki rütbesi, âhiretteki rü'yetin rütbesi gibidir. (Allahü Teâlâ’yı görmek gibidir).
Namazın üstünlüğünden birşey anlayan, simâ' ve nağmeden (mûsikîden) söz etmez ve vecd ve tevâcüdü ağzına almaz.
Namazda öyle an olur ki, ârif dilini, Mûsâ aleyhisselâma söyleyen ağaç gibi bulup, bütün azasını vâsıta ve âlet gibi görür. Öyle zamanlar olur ki, namazda bâtını zâhirine karışır. Bilmediğimiz bir bağ ile o âleme bağlanır.
Müslümanların aylık kongresi Ramazan ayında Oruç tutma ile sağlanır.Hac ise Müslümanların yıllık kongresidir.Dünyanın dört bir tarafından renkleri,ırkları,dilleri,kültürleri ayrı olmasına rağmen;imanları ve akideleri bir olduğu için oraya gelen Müslümanlar hal dilleriyle de olsa birbiriyle anlaşırlar.
Ey ilahi sırları araştıran kişi,bilmiş ol ki,Hacca gitmek,ölmek demektir. Vasıtaya binmek tabuta girmek demektir.Çöle inmek mezara girmek gibidir.Çöl Arapları,Kiramen Katibin Melekleri gibidir.İhrama girmek kefene bürünmek gibidir.Yolda yürümek,Mahşerde Allah'ın huzuruna yönelmektir. "LEBBEYK,ALLAHÜMME LEBBEYK,LA ŞERİKE LEBBEYK " DEMEK Allah ile konuşmak gibidir.Arafat dağında VAKFE,Allah’ın huzurunda hesap vermektir.MÜZDELİFEDE durmak,SIRAAT KÖPRÜSÜNDE durmak gibidir.MİNADA durmak,Cennet ile Cehennem arasındaki ARAFTA durmak gibidir.
KABE'Yİ Tavaf,BEYTİ MA'MUR VE ARŞ-I A'LAYI tavaf gibidir. Beyt-i mamur, Firdevs cennetinde kırmızı yakuttan bir yüksek kubbe idi. Hak Taala, Adem aleyhisselaı cennetten yeryüzüne indirdiğinde, tevbesini kabul eylemişti. Ona ikram içi Beyt-i mamuru yüksek cennetten bu dünyaya indirip, Kâbe'nin yerine koymuştu. Ta ki bu, Adem aleyhisselam içi cennet yadigârı olup, onu tavaf ve ziyaret kıla. Beyt-i mamurun iki kapısı vardı. Biri doğuya, biri batıya açılmıştı. Beyt-i mamurun içinde nurdan üç kandil vardı. Onların ışığı, ne kadar yeri aydınlatmışsa, o arazi halen Kabe4nin haremi olmuştur. Hak'kın emriyle, yedi gökte sakin melekler, nöbetle inip, hazreti Adem aleyhisselamla Beyt-i mamuru tavaf ederlerdi. Beyt-i mamur, hazreti Adem aleyhisselamdan sonra hazreti Nuh aleyhisselamın zamanına değin yeryüzündeydi. Buradan, tufandan önce dünya göğüne kaldırılmıştır. Kıyamete kadar orada kalıp, sonra yine cenette yolan mekanına kaldırılsa gerektir.
Beyt-i mamurun yeryüzünde olan mekanında, Hazreti İbrahim aleyhisselam, Hak'kın emriyle Kâbe'yi bina etmiştir. Eğer Beyt-i mamur, gökten düşse, Kabe'nin üzerine iner. Yerdeki Kabe ile gökteki Beyt-i mamurun arası haram-ı şeriftir. Halen Kabe'nin duvarında bulunan ve öpülen hacer-i es'ad, beyt-i mamurdan yadigâr kalmıştır. Bu taş, kırmızı yakut iken, tufanda Hak'kın emri ile hacer-i esved (siyah taş) olmuştur. Beyt-i mamurun dünya semasında bulunuşu odur ki; her gün ona yetmiş bin melek girip, onda namaz kılarlar. Onlar bir sınıf melektir ki, onlara "cin" dahi derler, zira ki "iblis) onlardandır. Onların sayıları o kadar çoktur ki, onlardan beyt-i mamura bir kere girene kıyamete değin bir dahi sıra gelmez.
Yâ Muhammed, senin ümmetine de bu topluluk müyesser olsa gerektir. O gün de Cuma günüdür ve Cuma topluluğu, Cuma cemaatidir! diye ferman buyurdu.
(Bâzı tezkîr (zikir) kitaplarında açıklanmıştır ki Cuma günü olunca yüceliklerin halkı olan melekler Beyt-i Mâmur'a toplanırlar. Cebrail (A.S,) ezan okur. İsrafil (A.S.) hutbe okur, Mikâil (A.S.) imamlık eder. Yedi kat melekleri de ona uyarlar. Cuma namazı tamam kılınınca Cebrail (A.S.) der ki:
-Ey melekler, şahit olun! Bu ezanın sevabını Muhammed ümmetinin müezzinlerine bağışladım.
SAFA İLE MERVE arasında SA'Y ETMEK;Mizanda terazinin iki kefesine göz gezdirmek gibidir.İşte bu anlayışla Hac eden kimsenin kusurlu da olsa,Allahu Teala'nın Haccını kabul etmesi umulur.
Kutü’l-Kulub’da anlatıldığına göre, Resulü Ekrem demiştir ki: “Her sene en az beş yüz bin kişinin Ka’be’yi tavaf etmelerini Allahu Teala va’detmiştir.Şayet sayı aşağı düşerse Allahu Teala bunu meleklerle tamamlar.Kıyamet Günü hacılar Ka’be’ye sarılır,Ka’be sıratı geçer ve onlar da böylece karşıya geçmiş ve Cennete girmiş olurlar.”
O Halde çok aziz ve Muhterem Kardeşim!
Haccın temeli yedidir. Yedi yetmiş kesretten kinayedir.Hacca giden Müslüman bir taraftan Ka’be’nin etrafında dönerken diğer taraftan Arş’ın etrafında dönmektedir.Tıpkı meleklerin Arş’ın etrafında dönüşünü simgeler.Müslümanlar Ka’be’nin etrafına tavafı Hacerül-Esved’in karşısında Ka’be’nin sağında dönmeye başlarlar. Kürsi ve yedi kat gökler ve yerler Arş'ın yanında gök altında asılmış bir kandil kadardı. Arş'ın çevresini saf halinde yetmiş bin melâike tekbir ve tehlillerle tavaf ederlerdi. Onların arasında yetmiş bin saf melaike de ayak üstünde tekbîr ve tehlîlde. bulunmakta idi. Onların arkasında yüz bin saf melekler sağ ellerini sol elleri üzerine tutmuşlar, herbiri başka türlü tesbihte bulunuyorlardı ki birinin tesbihi birisine benzemezdi.
İşte Ka’be’yi sağına alarak tavafa başlayan bir Müslüman bütün bu melekleri sağına aldığı gibi 124 bin peygamberi de sağına alır.Evliyayı sağına aldığı gibi ulamayı,şühedayı ve Sıddikleri de sağına alır.Bir defa Ka’be’nin etrafında dönmesine ŞAVT denir.Yedi defa dönerse bir tavaf olur.Bir haftada yedi gün vardır.İnsan nefsinin yedi mertebesi vardır.Cennette yedi tanedir.Cehennem de yedi tanedir.Gökyüzü de yedi katlıdır.Dünyada yedi günde yaratılmıştır.İnsan boğazı da yedi boğumludur.Ka’be’nin etrafında bir defa dönen;hangi gün dönmeye başladıysa o güne kadar o gün işlediği bütün günahları affolunmuştur.İnsan nefsinin birinci mertebesi olan Nefs-i Emmareyi yenmiştir. Darü’l Celal adındaki İnciden yapılmış Cenneti hak etmiştir.Cehennemin en alt tabakası olan ve münafıklar için hazırlanış “Haviye”den kurtulmuş olur.Göğünde birinci katını geçmiştir.Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı birinci günü de idrak etmiştir.Nefsin birinci boğumunu da geçmiştir.
Aynı gün ikinci defa dönmeye başlayıp ikinci ŞAVT’I tamamladıysa o güne kadar o haftanın ikinci gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin ikinci mertebesi olan Nefs-i Levvameyi yenmiştir. Darü’s-Selam adındaki Kızıl Yakuttan yapılmış Cenneti hak etmiştir. Cehennemin en alttan ikinci tabakası olan ve müşrikler için hazırlanış “Cahim” cehenneminden kurtulmuş olur.Göğünde ikinci katını geçmiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı ikinci günü de idrak etmiştir.Nefsin ikinci boğumunu da geçmiştir.
Üçüncü ŞAVT’I tamamladığında o güne kadar o haftanın üçüncü gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin üçüncü mertebesi olan Nefs-i Mülhimeye ulaşmıştır.Gerçek kul olma yoluna yönelmiştir. Cennetü’l-Me’va adındaki Yeşil Zebercedden yapılmış Cenneti hak etmiştir. Cehennemin alttan üçüncü tabakası olan ve Putperestler (sabiiler) için hazırlanmış “Sekar” cehenneminden kurtulmuş olur.Göğünde üçüncü katına ermiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı üçüncü günü de idrak etmiştir.Nefsin üçüncü boğumunu da geçmiştir.
Dördüncü ŞAVT’I tamamladığında o güne kadar o haftanın dördüncü gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin dördüncü mertebesi olan Nefs-i Mutmainneye ulaşmıştır.Allah bu Nefsin sahibini muhatap olarak kabul etmiştir.Böylece o insan kulluk şuuruna ermiştir. Cennetü’l-Huld adındaki Sarı Mercandan yapılmış Cenneti hak etmiştir. Cehennemin alttan dördüncü tabakası olan Lanetlenmiş İblis ve ona tabi olan ateşperestler için ayrılmış “Leza” cehenneminden kurtulmuş olur.Göğünde dördüncü katına ermiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı dördüncü günü de idrak etmiştir.Nefsin dördüncü boğumunu da geçmiştir.
Beşinci ŞAVT’I tamamladığında o güne kadar o haftanın beşinci gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin beşinci mertebesi olan Nefs-i Radiyye’ye ulaşmıştır.Allah bu Nefsin sahibini de muhatap olarak kabul etmiş ve Kur’an’da övmüştür..Böylece o insan kulluk şuuruna ermiştir. Cennetü’l-Naim adındaki Ak Gümüşten yapılmış Cenneti hak etmiştir. Cehennemin alttan beşinci tabakası olan Yahudiler için hazırlanmış “Hutame” cehenneminden kurtulmuş olur.Göğünde beşinci katına ermiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı beşinci günü de idrak etmiştir.Nefsin beşinci boğumunu da geçmiştir.
Altıncı ŞAVT’I tamamladığında o güne kadar o haftanın altıncı gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin altıncı mertebesi olan Nefs-i Mardiyye’ye ulaşmıştır.Allah bu Nefsin sahibini de muhatap olarak kabul etmiş ve Kur’an’da övmüştür.Böylece o insan kulluk şuuruna ermiştir. Miskten yapılmış Cennetü’l-Karar ile Gayet Latif Bir İnciden yapılmış Adn adındaki Cenneti hak etmiştir. Cehennemin alttan altıncı tabakası olan Hıristiyanlar için hazırlanmış “Sa'ir” cehenneminden kurtulmuş olur.Göğünde altıncı katına ermiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı altıncı günü de idrak etmiştir.Nefsin altıncı boğumunu da geçmiştir.
Yedinci ŞAVT’I tamamladığında o güne kadar o haftanın yedinci gününde işlediği bütün günahları affolunmuştur. İnsan nefsinin yedinci mertebesi olan Nefs-i Kemaliye’ye (Safiye’ye) ulaşmıştır.Allah bu Nefsin sahibini de muhatap olarak kabul etmiş ve Vahiy göndermiştir.Böylece o insan kulluk şuuruna ermiştir. Kızıl Altından yapılmış ve Ümmeti Muhammed (SAV)’in gireceği Cennetü’l-FİRDEVS adındaki Cenneti hak etmiştir. En son, yani yedinci tabaka ise Rasulullah (s.a.v.)'in ümmeti, yani biz Müslümanlara ayrılmış olan en üstteki bölümdür.Bu bölümdeki bir azabdan örnek verecek olursak:
"İçirilecek bir su bile bağırsakları anında paramparça edecek seviyededir.” Ki bundan kurtulmuş olur.Göğünde yedinci katına ermiştir. Orada bulunanlarla sohbet etmiş gibidir.Dünyanın yaratıldığı yedinci günü de idrak etmiştir.Nefsin yedinci boğumunu da geçmiştir.
Yedi ŞAVT’I tamamlayıp dua edip iki rekat namaz kıldıktan sonra kul hakları hariç bütün günahları affedilmiş annesinden yeni doğmuş gibi tertemiz olur.Allah cümle Ümmet-i Muhammed’(SAV) e böyle bir Hac yapmayı nasip ve müyesser eylesin.Amin.Bi Hürmetil-Seyyidil Mürselin.Salavatullahi aleyhim ecmain.
Muhabbet dolu bir kulluğun ifası olan hac, mahşerin bir benzerini bu âlemde yaşatarak; “Ölmeden evvel ölünüz!” sırrının hakikatine vesile olan ulvî bir ibadettir. Hac, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail (as)’ın tevekkül ve teslimiyetinden hisse alabilmektir. İhrama bürünen ve bütün dünyevî rütbelerden arınan hacı, bir nevi kabirden kalkıp mahşer yerine gelmiş ve böylece Rabbine gönülden yalvararak, tam bir teslimiyete girmiştir.
Haccın ifa edildiği mübarek mekânlar, imanlı yüreklerin ruhaniyetleriyle beslenmiş ve âşıkâne gözyaşlarıyla sulanmıştır. Hac yapanlar, o mekânlarda bunları ve birçok peygamberin ayak izlerini arar ve bulurlar.
Bunlardan Arafat, bir af ve sığınma makamıdır. Arafat, kıyamet sabahı kabirlerden kalkışı ve akın akın mahşer meydanında toplanışı hatırlatır. Bütün kullar, Allah’ın huzurunda muhtaç bir şekilde af beklerler.
Müzdelife, Kur'ân-ı Kerim’de işaret edilen “el-Meş’aru'l-Haram”ın ruhaniyetiyle rahmet tezahürlerinin dolu olduğu bir mekândır.
Minâ, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in şeytana karşı muzaffer oldukları bir teslimiyet ve tevekkül mekânıdır.
Safa ve Merve tepeleri, bugünkü zemzem kuyusunun bulunduğu noktada susuzluktan bunalmış olan İsmail (as)’ın validesi Hz. Hâcer’in telaş ve heyecan içerisinde su bulmak maksadıyla gidip geldiği iki mübarek tepedir ki; bize Cenâb-ı Hakk'a sığınmayı ve kalbimizi bulandıracak şeylerin kalbe sokulmamasını hatırlatır.
Kâbe ise kıblegahımızdır. Kâbe, bir manada insan vücudundaki kalp gibidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mabet), Mekke'deki Kâbe’dir. Orada apaçık deliller ve İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur. Oraya gitmeye imkân bulanların Allah için Kâbe’yi haccetmesi gereklidir…”
Hac ibadeti, “Lebbeyk, Allahümme Lebbeyk!” sadalarıyla müminin manevi duygularının doruk noktasına ulaşmasına vesile olur. Hacı, Kâbe’yi tavaf ederken ve Arafat’ta vakfe yaparken kendisi, aile fertleri ve bütün Müslümanlar için dua eder. İşte bu coşku ve heyecanla gözlerden akan yaşlar, günahlara keffaret, ruhlara şifa olur.
Bu mevzuda son derece önemli olan iki noktanın da vurgulanması gerekmektedir. Birincisi; özellikle bütün günahların affına vesile olan hac ibadetini ifa etmeye niyetlenmiş olan kimselerin, gerek hac masraflarında gerekse diğer alış-verişlerinde haramdan sakınmalarıdır. İkincisi ise, hac yolunda, kul haklarından kurtulmak için eş dost ile helalleşmek ve hac süresince de çevresiyle iyi geçinmeye çalışmaktır.
Büyük bir heyecan ve coşkuyla hac farizasını eda etmek için kutsal topraklara gitmekte olan kardeşlerimize mebrur bir hac diliyor ve onları Allah’a emanet ediyoruz. Cenab-ı Hak hacıların dualarından bizleri de hissedar eylesin.
Yine Peygamberimiz bu konu ile ilgili olarak İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Beyt'i (Kâbe-i Muazzama'yı) kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur." Tirmizî, Hacc 41, (866). Buradaki tavaftan maksad, şavtlar olmayıp, elli tam tavaftır.
Allah-u Teâlâ'nın kullarına verdiği nimetler, sayılamayacak kadar çoktur.
لاَ تُحْصُوهَا إِنَّ اللّهَ لَغَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ve in teuddû ni'metallahi lâ tuhsûhâ.” (İbrahim suresi ayet:34) Çünkü, her şeyimiz onun lütfudur, ihsanıdır. Ama bu nimetlerin en büyüğü, müslüman olmak nimetidir. Çünkü insan, ancak mü'min olduğu zaman, ahiret saadetini garantileyebiliyor. Ancak imanlı olduğu zaman, cennete gidebiliyor. Müşrik ise, kâfir ise, itikadsız inançsız ise; bu dünya mühim değil, gelip geçiyor ama, ebedî hayatı mahvoluyor.
O bakımdan, sayılamayacak kadar çok nimetleri içinde, Rabbimizin biz kullarına en büyük nimeti, bizi müslüman olmak şerefine sahip kılmış olmasıdır. Çok şükür, şu anda Müslümanız.
Allah bizi müslüman bir anneden babadan, Müslüman bir diyarda dünyaya getirdi. Çok şükür, haramlara günahlara mümkün olduğu kadar bulaşmamağa çalışarak yaşadık. Bu nimetin içinde bu günlere geldik. Allah bu nimeti, ömrümüzün sonuna kadar devam ettirsin... Ve şu can emânetimizi de Allah'a, yine bir mü'min kulu olarak teslim etmemizi, ahirete mü'min kulu olarak göçmemizi nasîb eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu bir kul olarak çıkmayı nasîb eylesin...
Bu dünyadan firavunlar,Nemrutlar,Şeddadlar,Dakyanuslar,Kayserler,Ebu Cehiller Kisralar gelmişler geçmişler. Tantanalı, saltanatlı, debdebeli, şaaşaalı hayatlar sürmüşler. Nice insanlar kendilerine hizmet etmiş, hazineleri altın, gümüş, cevher dolu olmuş ama, kıymeti yok... Firavunların, Nemrutların, Kayserlerin, Kisrâların hepsi imanı olmadıktan sonra, bu dünyada ellerinde olan hazinelerin, sarayların hesabını vermekten aciz durumda... Ahirette perişan durumda...
Biz Elhamdülillâh Müslümanız ve Allahu Teâlâ Hazretleri neyi emrettiyse, onu yapmağa niyetliyiz. Diyoruz ki, "Yâ Rabbi emret, emrini tutalım!" ve bildiğimiz kadar da emirlerini yerine getirmeğe çalışıyoruz.
Bizim memleketimiz böyle sıcak değil... Memleketimizde az çok kurulmuş bir düzenimiz vardı. Böyle bu kadar sıcağa, izdihama, sıkıntıya; Arafat'taki o çeşitli meşakkatlere; Müzdelife'deki o derbederliğe, dağınıklığa; Mina'daki sıkışıklığa niye katlanıyoruz?.. Allah rızası için, sevap olduğu için... Allah râzı olsun diye yapıyoruz.
Demek ki, elhamdülillâh bir derece güzel bir halimiz var ki, malımızdan, canımızdan, rahatımızdan Allah için fedâkârlık yapacak bir durumdayız. Allah bize bu imanı, bu iz'anı, bu irfanı nasîb etmiş; çok şükür...
Elbette burası rahat yeri değil... Elbette burası keyf ve sefâ yeri değil... Burası, çok ince mânâlarla, sırlarla dolu olan; çok ibretli, çok hikmetli, çok ilâhî bir seyahat ve bir ziyâret yeri...
Allahu Teâlâ Hazretleri emir buyurmuş, mühim bir emir olarak... Bismillâhirrahmânirrahîm:
وَلِلّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلاً
(Ve lillâhi alen nâsi hiccul beyti menistetaa ileyhi sebîlâ.) "Bu Beytullah'ı haccetmek, ziyaret etmek, usûlüne uygun olarak hac vazîfesini yapmak, Allah'ın gücü yeten kullarının boynuna yazdığı bir farîza, bir vecîbe...(Ali İmran suresi ayet:97) Bunu emretmiş Allahu Teâlâ Hazretleri... Elhamdülillâh, bu vazîfeyi yapmağa çalışıyoruz.
Hep duyuyoruz ki, "Haccınız mebrûr olsun!.. Haccınız mebrûr olsun!.. Haccınız mebrûr olsun!.." diyorlar. Biz de sizlere onu temennî ederiz şimdi: Allah, şu yaptığınız haccınızı mebrûr bir hac eylesin... Sa'yinizi meşkûr bir sa'y eylesin... Amellerinizi kabul eylesin... Günahlarınızı mağfiret eylesin... Bunları temennî ediyoruz. Ama, haccı mebrûr nedir?.. Ne demek mebrûr hac?..
Mebrûr hac hakkında, kitaplarda bir iki hadisi şerif var... Peygamber (SAV)'den Câbir (ra)'dan rivayet edildiğine göre:
(Birrül hacci it'âmüt taâm, ve tıybül kelâm) Mebrûr bir hac, haccın iyi olması, Allah'ın seveceği tarzda güzel bir hac olması neyle olurmuş?.. Peygamber Efendimiz nasıl işaret buyurmuş: (it'âmüt taâm) Yemek yedirmek, ziyâfet çekmek... (ve tıybül kelâm) Tatlı, hoş, güzel söz söylemek...
HUDU’ VE HUŞU’:10/07/2009 Cuma
HUDU’;
Boyun eğmek, alçak gönüllülük. Kalbde devamlı olan Allah korkusu. Allahü Teâlâ’ya itâat etmek.
Namazın kusûrsuz olması; dînî hükümleri bildiren fıkıh kitaplarında geniş olarak yazılmış olan farzlarını, vâciblerini, sünnetlerini ve müstehâblarını yerlerine getirmekle olur. Namazı tamamlamak için, bu dört şeyden başka yapılacak bir şey yoktur. Namazda huşû' yâni her uzvun (organın) tevâzû göstermesi, bu dört şeyi yapmakla hâsıl olur. Kalbin hudû'u da, yine bunları tamam yapmakla olur. (Ahmed Fârûkî)
HUŞU’ İSE;
Tevâzû, alçak gönüllülük. Hakk'a boyun eğmek. Korku ve sevgiden meydana gelen edebli bir hal.
Allahü Teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyurdu ki:
Îmân edenlerin, Allahü Teâlâ’yı ve Hak'tan ineni (Kur'ân-ı kerîmi) Zikr için, kalblerinin huşû' zamânı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine Kitab verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalbleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu dinlerinden çıkmış fâsıklardı. (Hadîd sûresi: 16)
Mü'minler herhâlde kurtulacaklardır. Onlar namazlarını huşû ile kılanlardır. (Mü'minûn sûresi: 1,2)
Kalbi meşgûl eden, huşû'u gideren şeyler yanında, meselâ süslü şeyler karşısında, oyun ve çalgı aletleri yanında ve arzû ettiği yemekler karşısında, namaz kılmak mekrûhtur. (İbn-i Âbidîn)
Huzûr ve huşû' ile kılınan iki rekat namaz, gâfil (Allahü Teâlâ’yı unutmuş) bir kalb ile akşamdan sabaha kadar kılınan namazdan hayırlıdır. (Abdullah ibni Abbâs)
Duânın edeblerinden biri de; duâ ederken, âciz olduğunu ifâde etmek, huzûr ve huşû' içinde Allah'tan korkarak ve kabûlünü umarak istediği şeyde devâm üzere olmaktır. (İmâm-ı Gazâlî)
“Nera müminen yahşau ve müminen la yahşau” Yani:
“- Biz kimi müminleri huşu ile,alçak gönüllülük ve tevazu eder görürüz.Kimi müminleri de huşu etmez, alçak gönüllülük ve tevazu göstermez görürüz!dediler.
Bir başka Huşu Tarifi ise; Hak Tebareke ve Teala’dan kalb ile korkup ibadet ve taatte alçak gönüllülük,hakirlik edip sükun içinde nefsi küçültmeye derler.Eğer:
“-Müminlerin kalbinde huşu,yani Allah korkusundan ötürü alçak gönüllülük, nefsi küçültme,bu Batıni iş nasıl belli olur? Diye sorulursa,deriz ki:
-Her ne kadar Huşu bir emr-i Batıni ve kalbin bir vasfı olmakla beraber onu bilmek mümkün değildir,ve lakin izleri açıkça uzuvlarımızda belli olur.Mesela,sözler mülayim söylenir,bakılması caiz olmayan şeylere gözler yumulur.Dil,faydasız sözlerden uzak tutulur.Yaş ilerlemiş,ihtiyar kimselere saygı gösterilir.Kişinin kendisinden küçük kimselere,fukaraya,zayıflara merhamet etmesi Hak Celle ve Ala’nın yaratıklarına şefkat göstermesi gibi haller bize huşu bildirir.Daha bunun gibi nice işlerden Allah korkusu belli olur.Bazı müminlerin kalbinde huşu olmadığı için sert sözlerden ve her yere bakmaktan korku duymayıp kendi hevasının arzularına uyarsa,imanda huşu edenlerle huşu etmeyenler birbiriyle bağlı oldukları,mümin bulundukları halde birbirine uymayıp aykırılıklarının sebebi gizli sırdır.Ashab: “Bize bunu bildirin,bize bu sırlardan bilgi kılın” diye niyazda bulundular.
Ashab-ı Kiram:
“Messebebü fi zalike” Yani:
“Kimi müminin huşu edip kimisinin huşu etmemesine sebep nedir? Diye sordular.Mübeccel ve fazlı şerefi ziyade olan bütün bilgilerle yücelen Resulümüz (SAV) o gizli sır için cevabında:
“Fekale men vecede li imanihi halaveten haşa’a ve men lem yecid halem yahşa’ Diye buyurdular.” Yani:
-Kadın olsun,erkek olsun,veya hür olsun,hür olmasın (köle olsun),her kim ki imanında lezzet ve halavet buldu ise o lezzet ve halaveti bulan kimse huşu eyleyen kimsedir.İmanında bu halaveti,bu lezzeti bulmayan kimse ise huşu etmeyen kimsedir! (İman,altı şeyi dil ile ikrar ve kalb ile tasdiktir.bunlar: 1-Allah’a İman. 2 - Meleklere İman 3 - Kitaplara İman:.4 - Peygamberlere İman: 5 - Ahiret gününe İman: 6 - Kaderin Hayır ve Şerrin Allah’tan olduğuna İman)
Bismillahirrahmanirrahim, Amentü billahi ve Melaiketihi ve Kütübihi ve Rüsulihi vel Yevmilahiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi Teâlâ vel-ba'sü ba'delmevti hakkun Eşhedü en La ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü)
İmanda halavet de şöyledir:Bir kimse eğer imanından başka şeylerde,mesela dünya nimetlerinde sıkıntıya uğrarsa,fakirliği artsa,halk arasında elindeki güç azalsa,türlü hastalıklara uğrasa,onlara itibar etmeyip halk arasında ne kadar hor,hakir ve zelil olsa da bunlardan asla kendisine bir gam getirmez,aksine: “Ben iman nuru ile nurluyum,İslam şerefi ile şeref buldum,”diyerek kalbinde duyduğu sevinç ile hamd ve şükür eyler.)
Ashab-ı kiram yeniden sordu:
“Fakiyle,bime tucedü hubbullahi evbime yüktesebü” Yani:
-O halavet kalpte hangi şeyin sebebi ile bulunur ve elde edilir?
“Kaale bi sıdkıl hubbü Fillah.Yani: Resul-i Ekrem (SAV) Hazretleri cevabında saadet ve iclal ile:
-Ona,celal sahibi Allah’a sadakat içinde muhabbetle nail olunur!Diye cevap buyurdular.
Soruyu soran Sahabe yeniden sual sorarak bir açıklama diledi:
“Fakiyle ve bime tucedü hubbullahi evbime yüktesebü.”Yani:
Allahu Teâlâ’nın muhabbetine hangi şeyin sebebi ile nail olunur? Diye sordu.
Peygamberimiz (SAV) Hazretleri:
“Fekale bihubbi Resulihi feltemisu rızaallahi ve rızae resulihi fi hubbihima.” Diye buyurdu.Yani:
Hak Celle ve Ala’nın muhabbetine,Resulü Muhammed Aleyhissalatü vesselam’a muhabbet sebebi ile nail olunup onunla o muhabbet elde edilir ve kazanılır.Emir böyle olunca,ey Ashabım ve Et kıyamete kadar gelecek ümmetlerim,sizler Allahu Teâlâ’nın rızasını dileyin ve Allahu Teâlâ’nın Resulünün rızasını isteyin.
(Gerçekten, Hazreti Resul-i Ekrem (SAV)’in sözlerine ve fiillerine ve sünnet-i Seniyelerine itaatkar olunca,hiç şüphesiz,o kul Hak Celle ve Ala’nın muhabbetine nail olup mübarek rızasını kazanmış olur.Çünkü gerek Allah’ın rızası ve gerek Allah Resulünün rızası ancak şanı yüce Allah’a muhabbet ile olur.Bu da Allah’ın yüce emirlerine boyun eğmek ve nehyettiklerinden tam kaçınmak ve Resul (SAV)’e itaat göstermekle elde edilir.)
VEFA EHLİ 05 MAYIS 09 YÜREĞİR-ADANA
Fekaale ehlüs sefai velvefai men amene bi ve ahlasa” Yani: Resul-i Ekrem (SAV) Hazretleri Saadet ve ikbal ile şöyle buyurdular: “onlar,ehl-i safa ve ehl-i vefadır ki bana ihlas ile iman getirmişlerdir.”
Yani sizler Nefsani üzüntülerden saf kılan ve başka kederlerden arılayan,temizleyen,gönülleri safi ve halis olup Allah rızasını dağıtmaya ve seçmeye kemali ile iyiliği bulunanlardır.Vefa ehli,ahdinde durup gereken hizmeti yerine getiren müminlerdir.İman da ihlas da şudur: “Eşhedü en La ilahe illallah” ile Hak Subhanehü ve Teâlâ’nın birliğini dil ile ikrar,kalb ile tasdik eden,yani: “Ancak Rabbim sensin.Ya Rabbi,ben senin kulunum.bütün emirlerine itaat eder,nehyettiklerinden uzak kalırım. “Ve Eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh” diyerek Muhammed (SAV)’in Resullüğünü tasdik ve ikrar eder.Ve sen yüce Hak Celle ve Ala’dan getirdiklerinin hepsini kabul ve itaat ile boyun eğerim” der.Böylece bu anda vefa gösterip bunların hepsini kuvvetli şeriat üzere yerine getiren ve bu yemine vefa gösteren kimse bir ehl-i vefadır.
O soru soran sahabe şüphesini giderecek ve tam bir anlayış içinde İlm-i Yakin (yani Allah’a yaklaşmak mertebelerini) öğrenmek dileyip yeniden şu suali sordu:
“ Fekila vema alamatühüm.” Yani:
-Bunun alametleri nedir? (Yani iman ve ihlası,Batıni esrar ve kalbi fiillerden olduğu için onu anlamak mümkün olmadığına göre zahiri amellerde kalbinde iman ve ahlakın varlığını gösteren alametler nedir ki sefa ve vefa ehli olduklarını bilelim?...)
Fekaale isarü muhabbeti ala külli mahbubin veştiğalül batını bizikri ba’de zikrullahi” Yani:
Resul-i muhterem (SAV) Hazretleri saadet ve iclal ile o alametleri beyana başlayıp şöyle buyurdular:
“ – Safa ve vefa ehli olanların alametleri bana olan muhabbetlerini esirgemeyip cömertçe vermek ve bu muhabbeti kendi bütün sevdiklerinin üzerinden üstün ve seçkin görmek ve kalbi Allah’ın zikrinden sonra beni anmakla meşgul kılmaktır.
(Yani:Gerek nefsi ve gerek malı ve gerek evlat,ana ve babayı,gerek ayali ve kendinse tabi olanları,ki bunlar her ne kadar her kişinin sevgilisi ise de akıl ve düşüncesi ile bana olan sevgisini onların hepsinden öncelikle bana layık ve münasip görüp,onların sevgisine benim sevgimi ön görmektir.) demektir.
Nakledilmiştir ki Hazreti Ömer bin Hattab (ra)’ın hilafeti zamanında bir gazada (savaşta) çok mal elde edilmişti.Kendisi bu malı dilediklerine ayırıp verirken Üsame oğlu Zeyd (ra) Hazretlerine o maldan beş bin dirhem ita ve ihsan edip kendi evladı olan Abdullah (ra) hazretlerine iki dirhem vermişti.O zaman Abdullah (ra) kendisine eksik verilen bu ganimetten gücenerek babasına şöyle dedi:
-Ben senin evladın olmakla birlikte her Gaza’da hazır bulunurken benim kadar Gaza’larda hazır bulunmayan Üsame’yi benden üstün görerek ona daha çok atiye ve ihsan buyurmanızın sırrı ve hikmeti nedir? Diye sordu.O zaman Hazreti Ömer oğluna şu cevabı verdi:
-Benim öğrendiğime göre Resul-i Ekrem (SAV) Hazretleri Üsame hakkında: “Üsame bana halkın en ziyade sevgilisidir” buyurmuştu.Bundan dolayı,her ne kadar sen gözümün nur’u sevgili oğlumsun ama,Üsame,Resul (SAV)’in sevgilisi olduğundan kendi sevgilim üzerine Peygamberimize sevgi göstererek o malı kendisine esirgemeyip verdim,bu yolda onu seçtim ve ona senden daha fazlasını sundum! dedi.
Hz.Muhammed (SAV) Hazretleri soru sorana cevabına şöyle devam buyurdu:
-Ve kalbi,Allahu Azimüşşanı zikirle meşgul edip ahirde,en sonunda,beni de zikretmek ve anmakla sefa ve vefa ehlinin alameti belli olur!
Resul-i Ekrem (SAV) Hazretleri devamla buyurdular ki:
“Ve fi uhra,elametühün idmanü zikri vel iksarü mineselati Aleyye.” Yani:
-Safa ve Vefa ehlinin halis müminlerin alametleri benim zikrime devam etmeleri ve her anda o zikirden bir an bile ayrılmamaları ve bu zikri benim üzerime çok tekrar eylemeleridir.
Çünkü,bir kimse sevdiğini çok anıp onu saygı ve sevgi ve terkim ile dilinden düşürmez.Böylece, Resul-i Ekrem (SAV) Hazretleri Sefa ve vefa ehli olan al-i Muhammed (SAV) bunlardır,diyerek onların alametlerini beyan buyurmuş oldular.
Allahümme Salli ve ala Seyyidina Muhammedin ve ala alihi kema la nihayeti likemalike vela gayete bikemalihi”
“KULA BELA GELMEZ,KUL AZMAYINCA/KULA BELA GELMEZ HAK YAZMAYINCA” HAYDAR KELEŞ 29 MAYIS 2008 PERŞEMBE YÜREĞİR-ADANA
Bugün 29 mayıs.İstanbul’un fethinin 555.yılı.Fetih yıl dönümü ile ilgili bir yazı yazacaktım.Ama dün akşam son dakika ajanslara “Tele-kulak” haberi ortaya atılınca mecburen bu yazıyı kaleme almak zorunda kaldım.Ajanslardaki habere bakılırsa sözde devletin istihbarat dairesi tarafından CHP genel merkezinin dinlenmesi için son derece gelişmiş bir cihaz yerleştirilip CHP genel başkanı olmak üzere herkes dinlenmiş.CHP genel başkanı Sayın deniz Baykal alel acele kameraların karşısına geçti.Ve bu olayın bir watergate olayı olduğunu,Başbakanın ve İç işleri bakanının derhal istifa etmesi gerektiğini söyledi.Açıklaması bitince gazeteciler;-Genel sekreter önder Sav’ın geçenlerde bir vatandaşla konuşurken hem İslam dini hem de Peygamberimizi aşağılayıcı açıklamalar yaptığı konusunda görüşünü sorması üzerine; Sayın Baykal.-E! E! E! E! E! dedikten sonra olayın özel bir toplantı esnasında gerçekleştiğini bunun da özel hayatın gizliliği içerisinde olduğunu söyledi.
Sayın Baykal ve partisi daha önce iyi niyet ve gizli gündemleri çok iyi okurlardı.Halbuki Önder Sav’ın fikri ne ise zikri de o olmuştur.İyi niyet ve CHP’lilerin kafasının karkasındakini okumaya gerek kalmayacak kadar açık.ama dün Sayın Baykal bayağı tedirgin görünüyordu.Yine evdeki hesap çarşıya uymamıştı.Yine minare çuvala sığmamıştı.Belli ki yine şecaat arz ederken sirkatin hesabı oldu.Sözde AK Partiyi köşeye sıkıştırmak için planladıkları kurgu olay ellerinde patlamıştı.AK Partinin Doğu ve güneydoğu için yürürlüğe koyduğu 12 milyar dolarlık projeyi de sabote etmek istiyordu.Ama Sayın Baykal gündemi sabote etmek için Dimyata pirince giderken evdeki bulgurda da olmuştu.
Şahsen ben AK Partinin CHP’yi dinlemek gibi bir zehabının olduğunu veya olacağına ihtimal vermiyorum.Olayın meydana gelişinin ikinci gününde söz konusu haberin kaynağının da CHP olduğu ortaya çıktı. Bu iş “kendin pişir kendin ye” hesabına döndü.Ben CHP genel başkanı Sayın Deniz Baykal’ın geçte olsa bittiğini anlamış olacak ki tekrar gündeme gelmek için böyle bir şeye tevessül ettiğini düşünüyorum.
“Arayan hem Mevla’sını hem de belasını bulurmuş” İster kabul edin isterse kabul etmeyin.üzerinde yaşadığımız bu topraklar 1071’den beri İslam topraklarıdır.Bu topraklar üzerinde Müslümanlar yaşar ve bu Müslümanlar dinini, diyanetini,Kur’an’ını ve Peygamberini canından daha çok severler.Bu değerler uğruna bugüne kadar olduğu gibi bu günden sonra da seve seve canını verirler.hiç kimse İslam’a,Kur’an’a Peygamberimiz Hz.Muhammed ()SAV)’e ve diğer mukaddeslere hakaret edemez.üstüne üstlük ne idiğü bence bilinen birileri olsa bile…
Atalarımız boşuna “parmağın taşa değerse kalbini yokla” dememişlerdir. “Tele-Kulak” belası CHP genel sekreterinin dini ve peygamberimizi aşağılayıcı konuşmasının akabinde meydana gelmesi bana pek tesadüf gibi gelmiyor.“kula bela gelmez,kul azmayınca,/Kula bela gelmez Hak yazmayınca” CHP’nin din düşmanlığı bilinen bir vakıadır.Bizim bilmediğimiz CHP’nin şimdi Tele-Kulak skandalı ile çalkalanması.B akalım yargı bu işi nasıl çözecek.Ben merakla mahkemenin kararını bekliyorum.
TİRİŞKADA MAMBOLAR HAYDAR KELEŞ 01/06/2008 PAZAR-YÜREĞİR/ADANA
Bu milletin hayatı anormal olaylarla dolu.Bu millet Belçikalı bir karikatürcünün Peygamberimiz Hz.Muhammed (SAV)’i aşağılayıcı bir karikatür çizdi diye günlerce o gazete ve çizen karikatürcü ve Belçika devletini protesto ettik. Belçika başbakanı özür diledi. Gazete özür diledi.Gazeteci özür diledi.ama biz yine de Belçika mallarını boykot ettik.Sadece biz değil bütün Müslümanlar protesto etti.
Bu çok olumlu ve demokratik bir davranıştı.daha önce Salman rüştü adında bir densiz de “Şeytan Ayetleri” adıyla Kur’an-ı Kerim-i aşağılayıcı bir kitap yazmıştı.O zaman daha büyük protestolar yapılmıştı.Hatta rahmetli İran cumhurbaşkanı Sayın Ayetullah Humeyni Rüştü Salman’ın katlinin vacip olduğunu,onu öldürenlere büyük bir para ödülü vereceğine dair fetva bile vermişti.
Ayetullah Humeyni vefat edip uzun yıllar geçtikten sonra o tarla faresi Salman Rüştü kendisi hakkında verilen bu fetvanın kaldırılması için İran İslam Cumhuriyetine müracaat etti. İran İslam Cumhuriyetinin yetkilileri;-Fetvayı veren vefat etmiştir.Onun fetvasını kaldırmaya yetkimiz yoktur.Fetva hala geçerlidir” diye cevap vermişlerdir.
Şimdi CHP genel sekreteri Önder Sav,hem dine,hem de Peygamberimize çekinmeden hakaret ediyor.Bizler millet olarak onda önce bütün Müslümanlardan özür dilemesini,sonra da milletvekilliğinde istifa edip gitmesini beklerken;Sayın CHP genel başkanı ve genel sekreter kendilerine yakışır bir şekilde bızdıkça tirişkada mamboluk yapıyorlar.CHP’nin önde gelen isimlerinde olan Onur Öymen;- Önder Sav her türlü dedikodunun üstünde saygın bir devlet adamıdır.Herkes haddini bilsin diye bir açıklama yaparak kendiside densizler kervanına katılmıştır.
Bir kere Önder Sav bir devlet adamı değildir.Üstüne üstlük devlet adamı olsa bile bu milletin dinine ve diyanetine hakaret etme hakkını doğurmaz.Bizde,-Önder Sav haddini bilsin ve bir an önce Müslümanlardan özür dileyip milletvekilliğinden istifa etsin,diyoruz.
Ben ve benim yaşımda olupta biraz okuyanlar CHP’nin dine ve dindara bakışını bilirler.Ama bizden sonra ki okumayan nesil bunların din anlayışını bilemezler.CHP’nin ve Türkiye’deki entelektüel güruhu en büyük handikapı din ve dindar düşmanlığıdır.CHP zihniyeti her seçim öncesi birkaç türbeyi ziyareti,bir iki şeyhi ziyaret ve Cuma namazında endam göstererek din ve dindarı çok güzel istismar ederler.Seçimler bittikten sonra Müslümanları çok ağır bir şekilde cezalandırırlar.
CHP’nin dine ve dindara hakaret etmesi ne ilktir ne de son olacaktır.CHP varlığını din düşmanlığı üzerine bina etmiştir.dolayısıyla din ve dindara hakarete devam edecektir. Bu CHP değil miydi okullara kanunsuz olarak sarı zarf dağıtıp o masum çocukların duygularını rencide ederek fitre ve zekat toplayan.Bu CHP değil miydi,Zekat,sadaka ve kurban derisi toplama yetkisini Türk Hava Kurumu ile Kızılay’a yetki veren.Bu CHP değil miydi 620 yıl Arapça olarak okunan ezanı Türkçe’ye çevirip okutan. Bu CHP değil miydi devrim ve inkılaplara uymuyorlar diye 500 000 kişiyi boş yere idam ettiren.
Bu CHP değil miydi dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş bir şekilde cezaevinde insanlar cezasını çekerken ölüp gömüldükten sonra idam infazı sonra geldi diye üç ay önce ölen bir insanı mezardan çıkarıp idamı infaz ettikten sonra tekrar gömen.
Bu CHP değil miydi bir başbakan ile iki bakanı boş yere idam ettiren.
Bu CHP değil miydi ki birden fazla partinin genel seçimlere girmesinden bu yana hiçbir zaman tek başına gelemeyen.
Bu CHP değil miydi Seçimle gelemediği iktidara ihtilal yaparak gelen.
Bu CHP değil miydi ki 1947 yılında ilk defa bu millete pisliğini yediren.
Bu CHP değil miydi ki Camileri ahır,Cezaevi ve askeri kışlaya çevirip kullanan. Bu CHP değil miydi ki Osmanlı İmparatorluğunun kurucusu Osman Beyin türbesindeki tarihi halıyı türbeden alarak Mudanya CHP ilçe binasına serdirip ayakkabılarla üstünde gezen.
Bu CHP değil miydi ki Osmanlı İmparatorluğunda kalan kitaplar sırf Osmanlıca ve Arapça diye onları hurda kağıt fiyatına Bulgaristan ve Rusya’ya satan.
CHP’nin kuruluşundan bu yana geçen zaman zarfında dine ve dindara yaptıklarını alt alta sıralasam ne zamanım yeter ne de sizin okumaya takatiniz kalır.Bence sadece bunlar CHP zihniyetinin ne denli bir tirişkada mambo olduklarını anlamaya yeter.
Selam ve Dua ile.
SON
----------------------------------------------------------------
BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER?
13 TEMMUZ 2008 PAZAR-YÜREĞİR/ADANA
Bizler insan olarak cirmi küçük cürmü büyük olmalıyız. Yani taşıdığımız değer bizim vücudumuzdan daha büyük olmalıdır. Olduğumuz duruma üzülmeyeceğiz. “Üzülmeyin!...Mahzun olmayın!... İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz.” İhtarına göre hareket etmeliyiz.
Genç okuyucu!...
Bu yazacağım yazı senin içindir.Bugün içinde bulunduğun buhranlar,hüsranlar içinde çırpınan,hayatı facialarla dolu,ayarsız,kararsız genç neslin serencamıdır.Böylesi bir hayat ölümden de beterdir.Ölümün bir yüzü var.Ölen bir defa ölür.Bugünkü gençlik bir defa değil,bin kerre ölüyorlar.
İnanmak ister,inanamazlar,/Güvenmek isterler,güvenemezler,/Yaşamak isterler,yaşayamazlar. Gülmek isterler,gülemezler,/Ölmek isterler ölmezler! Bunlar yaşayan ölüler,ruhlarını kaybetmiş canlı cesetlerdir.Daha başlamadan bittiler.Bitmeden tükendiler.
Önü yok,sonu yok,bir boşluğa düştüler.Onun için yazımızın başlığına “BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER?” ismini verdim.Bu e bir roman,ne bir hikaye değil.Bu bugünkü neslin yaşadığı hayatın adıdır.Bu yazı daima şikayet edilen,fakat kendisinden vazgeçilmeyen bir sürükleniş,ölün kadar korkunç bir gerçektir.Yazıda anlatacağımız kimseler bizleriz.Bizim neslimizdir.Burada genç varlıklar,dışımızı saran,içimizi sarsan,gençliğimizi,varlığımızı yokluğa boşluğa doğru alıp götüren,silip süpüren kör bir kuvvetin mahkumudurlar!...
Evet ölüler var;yaşayan ölüler!...Elbette ölüler olunca onları öldüren de var.Peki öldüren kim?Bu kansız cinayetlerin failleri nerede?İşte ben onu buldum,yakaladım.Onu bütün çıplaklığı ile geliyor gözlerimin önüne,ibret dehşet levhaları halinde gözlerinizin önüne seriyorum.İmanımızın,vicdanımızın katilleri! Sizlere lanetler olsun…
Bir insan bir adamı yaralar.Cezası;senelerce hapishanelerde yatmaktır.Bir insan,bir zümre,bir nesli mahveder,bir milleti öldürür cezası;yıllarca saltanat sürmektir.
Analar,babalar!... bu yazıyı dikkatle okuyunuz.Çocuklarınızı nasıl imansız yaptılar;yaptığınızı nasıl yıktılar?!... Onları yoldan nasıl saptırdılar;kimlere,nasıl,niçin taptırdılar?
Çocuklarınız size neden itaat etmiyor,sizin yolunuzda gitmiyor?Çocuklarınızla aranıza bu nifakı sokan kim?
İşte bütün bu soruların cevabını burada bulacaksınız! Bu cevaplar,birbirini takip eden olaylar zincirinden oluşmaktadır.Kuru fikir,usandırıcı düşünce,his ve hayal mahsulü cevaplar değildir.cevap olarak karşınıza,perişan halleriyle kendi çocuklarınız çıktılar.Onları bu hale düşürenler;neslinizi mahvedenleri gör,tanı anla!Unutma ve affetme.
Bunlar eğitim ve öğretim vermek için bizim elimizle teslim ettiğimiz çocuklarımıza bir geceyarısı operasyonu ile bizden uzaklaştırdılar.Bu durumu bir hikaye anlatarak devam etmek istiyorum.hikaye şu; köylünün tavuğu civciv için gurka yatıyor.Köylünün tavuğu zaten çokmuş.O da gece yarısında tavuk yumurtalarının üzerinde yatıp uyurken biraz ördek yumurtası alıyor.Tavuğun yanına gidiyor.Tavuk yumurtalarını çıkarıyor.Ördek yumurtalarını bırakıyor.21 gün geçtikten sonra yumurtada paytaklar çıkıyor.Tavuk paytaklara bakıyor.Her zamanki civcivlere benzemediğini seziyor.Kendi kendine düşünüyor.Demek ki yaş ilerledikçe yavrular da öncekilere benzemiyor,kanaatine varıp onları beslemeye başlıyor.Derken birgün onları pınara sulamaya götürüyor.Tavuk tabiatı gereği sudan korkar.Paytaklar pınarın önündeki havuzu görür-görmez hemen atlayıp yüzmeye başlıyorlar.Tavuk suya girmeye korktuğundan dolayı –yavrularım yapmayın,etmeyin hemen dışarı çıkın yoksa boğulursunuz-deyip başlıyor havuzun etrafında dönmeye.Tavuğa göre zararlı olan bu durum paytaklar için oldukça rahat bir durumdur.İşte bugünkü ebeveyn ile çocukların durumu aynen yukarıdaki hikaye gibidir.
Ebeveyn için nikah ne kadar önemli iken evlat için hiç önemi yok.Bugün ilköğretime giden çocuklara –Haşa Allah var mı? Varsa gösterin! Madem allah var.O zaman isteyin allah size şeker versin gibi insanı dinden imandan çıkaran sorular ne yazık ki sözde çocuklarımızı eğitecek olan öğretmenler tarafından sorulmaktadır.eğer neslimizi böyle mahvetmeselerdi bugün ana-baba katili evlatlarımız olur muydu? Üstüne üstlük bu katillerin hepsi ya üniversitede okuyor,ya mezun ya da lisede okuyor.
Senin neslini eğitmek gayesiyle gönderdiğin okullarda verilen Eğitim sistemi mahvetti.Allah’a şükürler olsun ki,neslimizi mahvedenlerin,bu kansız cinayeti işleyenlerin iç yüzlerini,bütün çıplaklığıyla tesbit,tahlil,teşhir ve takdim ettik.
Bu bizim şahsi kudretimizden ziyade,Milletimizin ruhunda,mayasında saklı olan,mukaddes duygulardan,hak ve hakikat sevgisinden ileri gelmektedir.neslimizi eğitmek için gönderdiğimiz okullarımızda bu neslin mahvedildiğini herkes biliyor amma kimse yazmaya ve söylemeye cesaret edemiyordu.
İlk defadır ki biz,bu neslin içinde bulunduğu çıkmazı ve neslimizi bu hale getirenlerin niyetlerini,zihniyetlerini,bir devri,sahne sahne,parça parça,sebep ve netice münasebetiyle birlikte görmeye çalıştık.
Halbuki bu nesil bunu hak edecek hiçbir şey yapmamıştır. Yazımı bir kıta ile bitirmek istiyorum.İşte kıta: “Uyu yavrum uyanacak günler var,/Yarınları gözetleyen dünler var,/Baban şehid izlerinde ünler var!.. O izlerde sen de dolaş ninni!,,,/Öz gününe tezce ulaş ninni!...”
Bize bu yolda uzaktan yakından yardımcı olanlardan Allah razı olsun!...
GERÇEKTEN DİNLENİYOR MUYUZ?
12 Temmuz 2008 Cumartesi Yüreğir/ADANA
Sayın CHP genel sekreteri Önder Sav’ın kendisini arayan bir gazetecinin telefonuna müsait olmadığı için NO tuşu yerine YES tuşuna basıp kapattığı zannıyla cep telefonunu cebine koyması ve açık unuttuğu telefonun arayan gazeteci tarafından dinlenmesiyle ortaya çıkan manzara ile CHP genel başkanı Sayın Deniz Baykal’ın dinleniyoruz furyasıyla başlayan telefon dinlemesi başını aldı gidiyor.
Şimdi “Suçlu korkak olur” kaidesi gereği yetkili-yetkisiz herkes dinlendiğini iddia ediyor.Son zamanlarda yapılan operasyonlarla elde edildiği ileri sürülen iddialara bakılırsa,insan ister istemez “Dinleniyoruz” diyenlere hak vermek zorunda kalıyor.Bu telefon dinleme işi ya yanlış ya da yanlış yerde kullanılıyor.2007 Türkiye Büyük Millet Meclisinin verdiği yetki üzerine ordumuz Kuzey Irak’a operasyon düzenledikten sonra gazeteciler Genelkurmay karargahının önünde Genelkurmay başkanı Sayın Yaşar Büyükanıt’ı bekliyorlardı.Sayın başkan dışarı çıktı.gazeteciler operasyon ile ilgili sorular sorduklarında:-Arkadaşlar artık bizim için Kuzey Irak bir muamma olmaktan çıktı.Adeta BBG Evine (Biri Bizi Gözetliyor Evi) döndü. Uydu kamerasıyla artık teröristlerin ne yaptıklarını,nerede olduklarını çok rahat bir şekilde izleyebiliyoruz, diye cevap verdi.Ve bu bilgi akışının da Amerika Birleşik Devletlerinin bize sağladığını söyledi.
Yıllarca terörle iç içe yaşamış çok büyük can kayıpları verilmiş olarak ilk bakışta bu duruma ben şahsen çok sevindim.Ama sevincim çok geçmeden üzüntüye döndü. Bu geldiğimiz son olaylardan sonra baktık ki bu izleme ve görüntüleme bir hikayeden ibaret.Madem ki Amerika bütün dünyayı uyduda izliyor.Madem ki Amerika bütün olup bitenlerden haberdar.O zaman Amerika neden PKK ile el-Kaide hakkında bilgi edinemiyor.Bu durumda iki durum ortaya çıkıyor:
Birincisi Amerika’nın böyle bir dinleme durumu yok.Varsa o zaman neden PKK ile EK-KAİDE örgütlerini dinleyip izleyemiyor.Yoksa PKK ile EK-KAİDE Amerikanın bu dinleme ve izleme cihazlarını devre dışı bırakacak aletler mi geliştirdiler. EK-KAİDE örgütü pek teknik imkanları kullanmıyor.Ama PKK terör örgütü her türlü teknik alet ve cihazları kullanıyor.Bunlar lafı güzaf.
İkincisi ise Amerika gerçekten de uydudan böyle dinleme ve izleme gücüne sahip ama PKK ile EK-KAİDE bizzat Amerika tarafından kurulup finanse edildiği için bunların dinlenmesini kayıt altına almıyor.Çünkü Amerika dünya üzerindeki devletleri sindirmek için bu terör örgütlerini piyon olarak kullanıyor.
Şimdi ben bu iki durumu inceleyip gündemdeki olaylarla karşılaştırdığımda ikinci görüş daha bir gerçekçi geliyor.Yukarıda söylediğim gibi madem ki Amerika böyle bir güce sahip o zaman niye Afganistan’da TALİBAN ve EK-KAİDE karşısında ıskalıyor.Neden Irakta çıkmak için Türkiye’de yardım talebinde bulunuyor.
MESELE NE DEMOKRASİ NE ATATÜRK NE DE LAİKLİK
08.07.2008 Salı-Yüreğir-ADANA
Bütün mesele devletin imkânlarından zahmetsiz nemalanmaktır.Yıllarca bu memleket insanın ensesinde boza pişirerek geçinenler,son zamanlarda gelirlerinde görünür biçimde azalma oldu.Şefzadeler ta dedelerinden kalma rahatlığa alıştıkları için göz altına alındıklarından hemen rahatsızlanıp soluğu hastahanede aldılar.Biraz hafızamızı yoklayınca Gazeteci ilhan Selçuk ile İstanbul üniversitesinin eski rektörü Kemal Alemdaroğlu da göz altına alınınca,onlarda Şeref Eruygur gibi rahatsızlanmışlardır.
Bunların göz altına alınmasında rahatsız olmaları bana bir hikayeyi hatırlattı.Hikaye şu:Zamanın birinde zengin bir köylü varmış. Onun da bir tek oğlu varmış. Küçük yaşta elbebek gül bebek büyüdüğü için hiç eğilmezmiş.Adam yaşlanınca çocuğunun durumundan endişelenmiş.Ve çocuğunu alıp doktora götürmüş.durumu anlatmış.Doktorda şimdi çarşıya götür.Yağlı ve tuzlu yemek yedir.Su içirme.İşini bitirdikten sonra iki okka (1283 gram ağırlığında eski ağırlık ölçüsü) üzüm al.Şehirde çıktıktan sonra sen hayvana bin.Üzümlerden birer birer koparıp yere at bakalım eğilip alacak mı? Demiş. Birkaç gün sonra da yanıma tekrar gelin.Durumu yeniden değerlendiririz,demiş.Köylü de aynen öyle yapmış.Yağlı ve tuzlu yemek yiyen oğlu sıcakta yaya olarak köye doğru giderken babası üzümleri tek tek koparıp yere atmış.Bakmış ki oğlu eğilip o üzümleri alıp yiyor.Böylece köye gidene kadar iki okka üzüm bitmiş.Daha sonra tekrar şehire gelmişler.durumu doktora anlatınca; doktor durum iyiye gidiyor,diye cevap vermiş.
Daha çok değil yakın zamana kadar köylere jandarma geldiğinde jandarmanın korkusunda o köyün erkekleri kaçıp saklanırlardı.
Bu son operasyonla yakalanıp göz altına alınan ATO başkanı Sayın Sinan AYGÜN polislerle beraber giderken gazeteciler;-Sayın başkan neden dolayı göz altına alındınız? Diye sorduklarında Sayın AYGÜN:-Cumhuriyeti sevmek,Atatürk’ü sevmek,diye cevap vermişti.ama şahsi kasasında çıkan paraların üzerinde Atatürk’ün resmi yoktu.Bunda da anlıyoruz ki mesele ne Atatürk,ne demokrasi ne de laiklik.Mesele Türkiye’yi kim idare edecek.Kim idare ederse etsin,bunlar devletin hazinesinde bedava bir şekilde nasıl kılıfına uydurarak nemalanacaklar meselesidir.Yıllarca yedileri önlerinde yemedikleri arkalarında,bir elleri balda diğer elleri yağda hesabı rahat bir şekilde geçinip giderlerken farkına varmadan ayaklarının altındaki zeminin birden bire kaydığını gördüler.Ama çok geç kaldılar.
Yakın tarihimize baktığımızda böyle çok olaylar vardır ki dosyaları mahkemelerin tozlu arşivlerinde neticelenmeyi beklemektedirler.Bunlar Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber merkeze yerleşmişler.Milletin büyük bir kısmı ise kenarda idi.Kenardakiler: Siz siyasetle falan uğraşmayın.Siyaset sizi nenize lazım. Köyünüze gidin çiftinizle çubuğumuzla uğraşın.Bunlar derin meseleler.Sizin bunlara aklınız yetmez,dediler.Ve milletin büyük bir kısmını bugüne kadar korku,zulüm,işkence,ihtilal,muhtıra,postmodern darbe ve e-muhtıra ile korkutarak sindirdiler.Ama bugün geldiğimiz durumda artık mızrağın çuvala sığmadığını görüyoruz.
Artı ne korku, ne zulüm, ne işkence, ne ihtilal, ne muhtıra,ne postmodern darbe ve ne de e-muhtıra kenardakileri korkutmamaktadır.Hani Nemrut kendisine isyan edenleri ateşe atmakla korkuturdu.Ve ateşe atıp yaktırırdı.Ne zaman ki kendi hizmetçisi kendine karşı gelip de onları da ateşe atmakla tehdit edip ateşe atacağı zaman o kadının önce küçük çocuğunu ateşe attığı zaman çocuğun oradakilere hitaben yaptığı konuşma üzerine herkes ateşe doğru yürüyünce bu güvenlik görevlileri ateşe yaklaşanları döverek orada uzaklaştırmışlardı.İşte bugün memleketimizde geldiğimiz durum biraz da o olaya benziyor.
Bir defa daha söylüyorum bu son operasyonlarla bu bedavacılar Bremen mızıkacıları gibi hep bir ağızdan bağırdıklarına aldanmayın.Tabi bunları susturmak için en büyük görev başta sivil toplum örgütlerine düşüyor.Daha sonra da Yürü Be küheylan olan iktidara düşüyor.
BU NASIL SEVGİ,BU NASIL AŞK AMAN ALLAH’IM!
01/07/2008 Salı- Yüreğir/Adana
Bugün sabah 07:00 sıralarında yurdun çeşitli yerlerinde eş zamanlı yapılan operasyonlarla 24 kişinin Ergenekon davası ile ilişkili olarak göz altına alındığı son dakika haberi olarak verildi. Tabi olarak bunu duyanlar bundan şaşılacak bir şey yok.Nasıl olsa bugüne kadar Ergenekon davası ile birçok insan göz altına alındı,diyebilirsiniz.Bugün yapılan bu operasyonu diğerlerinden ayıran en büyük özellik ise, göz altına alınanların içerisinde bugüne kadar dokunulmayan kralcıkların olmasıdır.
Hemen hemen bütün haber merkezleri bu operasyonu “SON DAKİKA” gelişmesi olarak verdiler. Dikkatle bakıldığında bu haberin son Dakika haberi olarak verilmesine bile gerek yoktur.Bu son operasyonlar bize Türkiye Cumhuriyetinin yavaş yavaş hukuk devleti olma yolunda atılan bir adım olduğunu gösteriyor.
Beni en çok duygulandıran ise,ATO Başkanı Sinan Aygün’ün göz altına alınması sırasında gazetecilerin göz altına alınmasının sebebini sormaları üzerine,Sayın Sinan Aygün’ün;-Hiçbir suçum yok.Tek suçum Atatürk’ü sevmek.demokrasiyi sevmektir.” Diye açıklama yapması oldu. Bu nasıl bir sevgi ki, Glock marka suikast silahla desteklenmiş bir sevgi. Yani şimdi bizim de Atatürk’ü çok sevmemiz için birkaç tane Glock marka suikast silahımız mı olacak? Eğer bu silah yoksa biz Atatürk’ü sevemeyecek miyiz? Yahutta bizim bu sevgi geçerli olmayacak mı? Yahutta bizim o silahı alacak paramız yoksa o zaman bizim durumumuz ne olacak?
Beni şaşıran ikinci açıklama ise CHP’nin hesaplarındaki 1 trilyon yolsuzluk yapıldığının Bizzat anayasa mahkemesi tarafından karara bağlanması üzerine CHP Genel Başkanı Sayın Deniz Baykal’ın kameralar karşısına çıkıp; Bizim anlımız ak, işimiz pak. Vermeyeceğimiz hiçbir hesabımız yoktur. Sayın Baykal bu 1 trilyon yolsuzluğu bir iddia olarak algılamış.Bu bir mahkeme kararı.Kendisine ait paraları idare edemeyen bir parti memleketi nasıl idare edecek? Yani kendisi “himmete muhtaç bir dede,Başkasına nasıl himmet ede.”
Bundan 40 ile elli sene önce bu millet haram ve helale çok dikkat ederdi. Dolayısıyla herhangi bir yerde bir şey yenilecek,içilecekse haram ve helal olduğu iyice araştırılır,helal olduğuna kanaat getirildikten sonra yenirdi,içilirdi. İşte böyle bir zamanda köylüler hayvanla şehire gelirken şehrin girişinde suyun kenarında konaklamışlar.Konakladıkları yerde de mısır tarlası varmış.mısırlar da yetişmiş.Gençler mısır koparıp pişirmeye başlayınca kafile içindeki yaşlı adam:-Elin mısırlarını koparıp yemeyin.Sahibi burada yok.Yemek için izin isteyin.Bana da getirmeyin.Ben o mısırları yemem.Çünkü sahibinden izin alınmadığı için onlar haram demiş.Arkadaşları pişirdikleri mısırlardan birkaç defa vermişlerse de adam haram diye reddetmiş.Neticede birisi iki tane büyük mısır pişirmiş.Yaşlı adamın yanına gelmiş.Ve.-Bak amca şimdi biz bu mısırları yediğimiz için cehenneme giderir isek,sen tek başına biz olmadan Cennetten ne lezzet anlayaksın?Al şunları ye.Eğer biz cehenneme gitmişsek sen de gitmiş ol.Adam da bir an gafletten bulunmuş ve mısırları almış.Yemeye başlamış.İki defa ısırdıktan sonra arkadaşları:-amcan mısırları alıp yemeye başladı mı? Diye sormuş.Gençte;Evet diye cevap vermiş.Adam biz verdiğimizde niye alıp yemedi?diye söylenince,yanındaki;-Kardeş,biz küçük mısır verdik.Küçükler mısırlar haram ama büyük mısırlar haram değil herhalde.Deyince adama ne yapacağını şaşırmış.
Yıllarca bu memlekette yok yere insanlar içeri alınır,yıllarca hapiste yatırılırdı.sonra da suçsuz olduğu anlaşılınca;-pardon!denilir serbest bırakılırdı da kimsenin gıkı çıkmazdı.
Şimdi mi hak hukuk bazılarının aklına geldi.Daha çok değil bundan 13 sene önce Merve kavakçı ile Hadep’in milletvekilleri derdest edilip içeri alınırken,bugün bağıranlar o gün seslenmiyorlardı.Bu dünya böyle bir etme bulma dünyasıdır.Keser döner sap döner,birgün gelir hesap döner.Hukuk bizim lehimize karar verdiği zaman:-Hukuka saygılıyız,derken,birgünde aleyhimize karar verince hemen;-Böyle olur mu?diye bağırmaya gerek yok.
Kaldı ki bugünkü göz altılarda hukuka aykırı bir durum yok.
Selam ve Dua ile. Haydar Keleş
BURASI TÜRKİYE
05/06/2008 CUMA YÜREĞİR-ADANA
Günler öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde 411 gibi rekor oyla kabul edilen anayasanın 10.ve 42.maddelerinin iptali ve yürürlüğünün yok sayılması istemiyle CHP’nin Anayasa Mahkemesindeki karar duruşması 5 haziran günü yapılacağı belli olmuştu.
Herkes 1982 anayasasının 148.maddesine güveniyordu.Peki anayasanın 148.maddesinde ne yazıyordu.İşte anayasanın 148.maddesi: “Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler. Anayasa değişikliklerini ise sadece şekil bakımından inceler ve denetler. Ancak, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim ve savaş hallerinde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından Anayasaya aykırılığı iddiasıyla, Anayasa Mahkemesinde dava açılamaz.
Kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı; Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır. Şekil bakımından denetleme, Cumhurbaşkanınca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin beşte biri tarafından istenebilir. Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra,şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def'i yoluyla da ileri sürülemez.”
İşte buna göre bu maddelerin yok sayılması imkansızdı.Bugün anayasa mahkemesinin bu maddeyi yok sayarak değişiklikleri iptal etmesi kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bundan sonra kanun yapması ve anayasa değiştirmesi fiilen ortadan kaldırılmıştır. Bu durum bana bu milletin iradesine ve AK Partiyi iktidarda indirmek için girişilen en çirkin ve de en alçakça bir harekettir. Anayasa mahkemesinin üyeleri 73 milyonu yok sayamayacağına göre ben Anayasa mahkemesinin kararını yok sayıyorum.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de kendisini yok sayanları bir kanun çıkararak kökten kaybetmelidir.Anayasa mahkemesinin lağv edilmesi dünyanın sonu olmaz. Amerika’da,İngiltere’de ve daha birçok ülkede anayasa mahkemesi yok.Hiç de bir şey olmuyor.
5 haziran 2008 Cuma günü açıklanan iptal kararı Anayasal kurum kimliği adı altında bulunan millet ve din düşmanı kurumlar kendi istedikleri hegemonyalarını yürürlüğe koymak için adeta Türkiye Büyük Millet Meclisine meydan okumuşlardır. Türkiye Büyük Millet Meclisi bu meydan okumaya sessiz kalmamalıdır.İktidarıyla muhalefetiyle bir ve beraber olduklarını açıkladıktan sonra hemen hiç vakit geçirmeden hazır anayasa taslağına son şeklini vererek tez elden meclisten geçirerek bir an önce yeni anayasayı referanduma götürmeleri gerekir.Eğer bu iş fazla zaman alacaksa anayasa mahkemesinin görev ve yetkileri yeniden düzenlenerek üyelerinin büyük bir kısmının parlamento tarafından atanmasını sağlamalıdırlar.
Yarın iptal kararının gerekçesi açıklandığında baş tarafından “Türk milleti adına” ibaresini göreceksiniz.Onları o göreve Türk milleti seçmemiştir.Ben onu da kabul etmiyorum.Çünkü bu ülkede böyle bir millet yok!
Evet, siz kimsiniz?.. “Adına” karar verdiğiniz “millet” nerede?..
Türkiye"de, “başörtüsüne hayır” diyecek bir millet olmadığına göre, sizin milletiniz “uzayın neresindendir veya hangi “galaksi”dedir!?.
Öyle ya; Ya “Türkiye"de böyle bir millet yoktur” ya da, Anayasa Mahkemesi"nin 9 üyesi “bu ülkede yaşamıyor” demektir!.. Ben o Türk Milletinin 73 milyondan bir tanesiyim.Ben onları kabul etmiyorum.Onları kabul etmediğim gibi kararları da benim için “YOK HÜKMÜNDEDİR” Hani kimliğini kaybedenler gazetelere verdikleri ilanlarda “YENİSİNİ ALDIĞIMDAM DOLAYI ESKİSİ HÜKÜMSÜZDÜR” Diye ilan verirlerdi. İşte benim ki de öyle bir şey…
Çünkü, mahkemenin kararı, kesinlikle ve kesinlikle “Türk Milleti Adına” değildir!..O halde, gereği yapılmalıdır!.. Türk Milleti lağvedilemeyeceğine göre, Anayasa Mahkemesi lağvedilmelimdir!..
Bu bir hukuka hukuk adına bir tecavüzdür! “Mahkeme kararlarına itiraz edilmez.” “Mahkeme kararlarına saygı duyulur.” Gibi laflara kanacak değilim.Ben de mahkeme kararına saygı bekleniyorsa önce benim beklentilerime cevap verecek adam gibi bir kararın olması lazım.
Bir “hacıyatmaz” gibi; zaman zaman yan yatan ama hep ayakta kalma ve her dönem “milletvekili” seçilme becerisini gösteren “siyasi”lerden birisi, Anayasa Mahkemesi"nin “yargı darbesi”ne adeta destek verip, diyor ki;
“Anayasa Mahkemesi"nin başörtüsü aleyhinde verdiği kararın gerekçesini görmeden konuşmam!..” diyor.Bu ne demektir biliyor musunuz? Bu; “Tecavüze uğrayan kadının rahmindeki bebeğin cinsini görmeden konuşmam!..” Öyle değil midir?.. Bu kararla; milli iradenin tecelligâhı olan Meclis"e “tecavüz” edilmiş değil midir?.. Adam bu “tecavüz”e karşı çıkmıyor da, “gerekçe” bekliyor!..
Sorarım size; Mahkemeden “gerekçe” beklemekle, “tecavüz bebeğinin cinsiyeti”ni beklemek arasında ne fark vardır!..
Ulan, ortada “tecavüz” var, tecavüz!.. Bu tecavüzün “gerekçe”si açıklansa ne olur, açıklanmasa ne olur?!?.. Tecavüzün haklı gerekçesi olur mu hiç?..
Bu arada birde 40 sene bu milletin oyunu Müslüman görünerek adeta çalarak alan Sayın Demirel’in bugünkü konuşması beni yine şaşırtmadı.Hey gidi Demirel Hey! Kendisi daha iyi bilir.Seçimlerde miting meydanına gelirken takdimci kendisini:-Elinden Kur’an ,kalbinden iman! Geliyor Nurlu Süleyman” diye takdim ederdi.Dün kararın ardından hemen hiç utanmadan kameraların karşısına çıkmış ve:-anayasa mahkemesi büyük bir kaosu önlemiştir.eğer 1960’dan önce anayasa mahkemesi olsaydı darbeler olmazdı.” Gibi açıklamalar.Bu son açıklamaları Demirel’in bu devrin en büyük münafığı olduğunu ispatlamıştır.
Peki Demirel bu açıklamayı niye yapma ihtiyacı duymuştur?Kendisi hala Sayın Gül’ün Çankaya’da indirilip kendisini orda görmek istiyor da onun için çıkmış böyle açıklamalar yapıyor.Ben Demirel’e bir şey diyemem.Ben yıllarca Demirel’i müslüman bilipte ona oy verenlere acıyorum.Şimdi eminim onlar imkan olsa verdikleri oyları geri isteyeceklerdir.
Hak ve Hukuk hepimize lazımdır.Anayasa mahkemesinin bu son kararını açıklamasında sonra millet olarak toplanıp demokratik haklarımızı savunmamız gerekiyor.Bu kısacık ömrümde iki ihtilal,iki muhtıra,bir tane postmodern darbe,bir tane E-muhtıra gördüm.Yetmemiş olacak ki bugünde bir JÜRİSTOKRASİ (Yani hakimler Darbesi) gördüm. Dedik ya BURSI TÜRKİYE “askeri vesayet sisteminin yargıçlar oligarşisi eliyle gerçekleştirdiği yeni bir darbe hamlesi” olarak gerçekleşti.
Hiç kimsenin bugüne kadar bütün bu darbelerin,muhtıraların,Postmodern darbenin,E-Muhtıranın ve son olarak askerler yorulmuş olacak ki JÜRİSTOKRASİ’nin bu millete maliyeti ne kadar olmuştur.bütün bunların dış güçlerin isteği doğrultusunda yapıldığı ortaya çıkmıştır.1950 yılında Türkiye,İtalya ve Japonya’nın Fert Başına düşen GSMH 500 dolar olduğu biliniyor.Bugün Bizim GSMH yeni 9250 dolar iken İtalya 36.000 Euro,Japonya 38.000 Euro olmuştur.
İşte yukarıda kısaca açıkladığımız İhtilal,muhtıra,E-Muhtıra,Postmodern Darbe ve JÜRİSTOKRASİ’nin kişi başına zararı tam tamına 31.208 Euro.Yani 60 232 YTL’dir.
Peki 58 yıllık zaman zarfında bizde diğer milletler gibi çalıştık.Bizim de aşağı yukarı elimize bu kadar para geçti.Ama bugün elimizde yok.Peki bu paralar nereye gitti.Bu paraları Sayın Demirel ile onun gibiler bugüne kadar 598 milyar dolar dış borçların taksidine verdiler.Borcumuz bitti mi? Ne gezer.Daha 210 milyar dolar borcumuz var.İşte bizim paralarımızla geçinen,belli odaklar Demirel gibilerin sırtını sıvazlayarak böyle konuşturuyorlar.
Sayın Demirel ve onun gibiler her postalı gördükçe şapkasını alıp arkasına bakmadan kaçarlar.İşte öyle ihtilal şapkası giyerek gezerler.Eğer sayın Demirel bu ülkeyi sevseydi;1960 ihtilali olduğu zaman tankların üstüne çıkardı.Kendisi Başbakan iken 12 mart muhtırası kendisine verildiğinde hemen Türkiye Büyük Millet Meclisini toplar.Kendisine o muhtırayı verenleri görevden alır.Yüce divanda yargılatırdı.12 Eylül 1980 darbesi olduğunda hemen Zincirbozan kendisini tıktırmazdı.En az Sayın Ecevit kadar tepki verirdi. Eğer Sayın Demirel bu ülkeyi sevseydi 4 Şubat 1997 günü Sincan’dan tanklar yürüdüğü zaman onların üstüne çıkar.O tankları yürütme emrini veren görevlileri hemen mahkemeye sevk ettirirdi.Peki o tankların yürütme emri bizzat Sayın Demirel tarafından verilmişse o zaman ne yapacaktı?
Türkiye'nin "laiklik" tartışmaları ekseninde kamplaşmasının temelleri 28 Şubat'ta atıldı. Yanlış anlaşılmasın, "İrtica tehdidi" -muhalif görüşleri tasfiye edebilmek amacıyla- her zaman ortaya çıkarılan önemli bir silahtı.
31 Mart vakası ile Abdülhamit'in kuyusu kazılmış, İttihat ve Terakki'nin gerçek iktidarı o tarihten sonra başlamıştır.
Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka, Demokrat Parti, Adalet Partisi, benzer suçlamalara muhatap olmuştur. Ama 28 Şubat, tamamen "irtica korkusuna" dayandırılan ve bu tehditten beslenen bir hareketti. Zaten küçük yaştan itibaren bu gibi endişelerle yoğrulmuş beyinleri iyice dehşete düşürmek için, 28 Şubat sürecinde, medyanın bazı olayları manşetine çekmesi, askerlerin brifingler düzenleyerek, "Tehdit sıralamasında, PKK’nın bile önüne geçen irticadan" söz etmesi yetti.
Korkuların oluşmasında, Erbakan'ın söylemi ve davranış biçiminin rol oynadığını da kabul etmek gerekir.
Bugün, Türkiye'de, bir kesimin, başörtülü kızların üniversiteye girmesini, "laik cumhuriyete karşı bir tavır" diye değerlendirip paniğe kapılmasının temelinde, 28 Şubat'ta oluşturulan bu zihin bulanıklığı yatıyor.
İnsanlar, o dönemde şartlandırıldı; ürkütüldü. Lütfen 28 Şubat öncesinin gazetelerine bakın: İrtica gündemde miydi?
Taksim'e cami, Fatih'in Çarşamba semtinde sarıklı ve cüppeli insanlar, Aczmendi Şeyhi Müslüm Gündüz, Fadime Şahin, Ali Kalkancı, Sincan'daki Kudüs Gecesi, Genelkurmay brifinglerinde gazetecilerin ellerine tutuşturulan yeşil sermaye listeleri, Kur'an kurslarında Atatürk karşıtı yemin ettirildiği yalanı, her gece televizyon ekranına yansıyan zikir görüntüleri...
28 Şubat öncesinde ve sonrasında, sadece birkaç fırça darbesiyle oluşturuldu bu gergin ortam. Bugün başörtülü genç kızlarımızın üniversiteye gitmelerini laik cumhuriyet adına engellemeye çalışanlar, işte o günlerden bize miras kaldı.
28 Şubat, “irticai kalkışma” ya karşı laik Türkiye Cumhuriyeti devletinin rejimi korumak maksadıyla giriştiği “meşru müdahale” olarak sunuldu…
Böyle bir değerlendirme, büyük bir gözbağcılık numarası idi:
Laiklik istismarına dayalı…
Perde arkasındaki “çok kirli operasyonu” gizlemeyi amaçlayan…
Kamuoyunu yanıltmaya yönelik “şaheser bir aldatmaca”ydı, bu laikçi söylem…
O dönemde hakimiyeti elinde bulunduran “ABD-NATO'ya bağlı-bağımlı “Gizli İktidar/Derin Devlet” yapılanması “İrticaya Karşı Topyekun Savaş” ekseninde 28 Şubat sürecini kurgulayarak…
“Millet düşmanlığı”nı o güne kadarki en ileri noktaya taşıyıp, zorbalığını “faşizm standartları”na/ zirveye çıkarmıştı…
“Batı” Çalışma Grubu, “Gizli İktidar”ın ABD'ye ait oluşunun sembolüydü!
“Gizli İktidar”ın yüz binlerce vatandaşını fişleyip hedef tahtasına koyması, sadece “çürütmeye dayalı hükmetme zorbalığı”nın değil…
“Yerli, milli” tüm unsurlara karşı bitmek tükenmek bilmeyen husumetinin kanıtıydı…
28 Şubat, gerçekte olmayan “irticai kalkışmaya karşı” değil; “millete karşı sistematik bir kalkışma”ydı!
Perde arkasında kalan gerçek mahiyeti dikkate alındığında, 28 Şubat'ın Türkiye için en karanlık nokta olduğu kesindir… Hadisenin püf noktası da buradadır…
Ne demişler? “Sabah yaklaştıkça gece kararır!”
Zaten hakim olan “gizli güç odağı”nın 28 Şubat marifetiyle bu konumunun da ötesine geçip milletin değer yargılarına karşı yok edici bir hamle yapması üzerine…
Faşizan tavrının bir nevi bumerang etkisi meydana getirip, malum süreci çok fazla geçmeden -birkaç yıl içinde- tersine çevirmesi gibi bir sonuç ortaya çıkmıştır!
5 Haziran günü anayasa mahkemesinin verdiği iptal kararı AK Partiyi ve Başbakan Sayın Recep Tayyip ERDOĞAN’ı bitirme kararıdır.Daha önce de böyle olmuştu.12 Mart muhtırası verilmiş.Adalet Partisi ve Sayın Demirel bitirilmiştir.12 Eylül 1980 darbesi ile 28 Şubat 1997 Postmodern darbe Mili Selamet Partisi,Refah Partisi ve sayın Necmeddin ERBAKAN’ı bitirmiştir.27 Nisan 2007 günü Genelkurmay başkanlığı sitesindeki e-Muhtıra da AK Partiyi bitirmek için girişilen bir hareketti.Millet 22 Temmuz 2007 günü yapılan seçimle bu oyunu bozmuştur.
BUNUN ADI: SOĞUK İÇ SAVAŞ
Bu bir savaştır, adı konulmamış bir "soğuk iç savaş" ... Gerçi kimi zaman az miktarda kan da dökülmektedir ya...
Bu, halkla bürokrasi arasında bir savaştır.
Bu bir sınıf savaşıdır.
Anayasa, hak, hukuk, guguk, laiklik, cumhuriyet, demokrasi falan filan, bu savaşın kılıfıdır, süsüdür.
Ya da isterseniz "maç" diyelim, o da bir "savaş simülasyonudur".
Evet evet, maç diyelim ki devletliler bize daha az bozulsunlar, nemize lazım...
Bir takımdan İsmet, Recep, Cevdet, Memduh, Faruk, Muhsin, Kenan, Deniz gibi yıldız oyuncular geldi geçti... Öbür takımdan Celal, Adnan, Süleyman, Turgut, Recep gibi büyük futbolcular...
Bu maç iki yüz yıla yakındır sürüyor. Eski kadrolarda Reşit, Ali, Fuat, Mithat, Enver, Talat falan da vardı ama siz hatırlamazsınız.
O zamanlar maç İstanbul'da oynanırdı, sonra Ankara'ya alındı.
Taraflar zaman zaman kuralları zorluyorlar, hatta çiğniyorlar. Böylece "karşı tarafa" da koz vermiş oluyorlar.
Bürokrasi de zaman zaman zart zurta tevessül ediyor, halkın temsilcileri de zaman zaman kendi başına buyrukluğa yöneliyorlar.
Karşılıklı goller atılıyor, maç hep ortada... Galibi yok...
Örneğin 1913 yılında İttihat ve Terakki'nin yaptığı Babıali baskını da bu maçta bir gol, 1925 yılında Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Takriri Sükûn Kanunu da, 1930'da Serbest Fırka'nın kendini kapatmaya zorlanması da, 1960 ve 1980 darbeleri de... 1971 ve 2007 muhtıraları da... 1987 müdahalesi de, 2008 hokkabazlıkları da...
Karşı takımın 1950, 1965, 1983, 2002 ve 2007 yıllarında attıkları da "jeneriklik gollerdir" ha!.. Doksana takmaca...
Berikiler az biraz karambol, epeyce ofsayt kokarlar da, o bakımdan söyledim.
Bu bir maç olduğu için de ortaya bir ara "3-3" gibi skorlar çıkmıştır, Menderes-Polatkan-Zorlu üç, Gezmiş-Aslan-İnan üç...
Geçen yıl halk, rakip kaleciyi ters köşeye yatırıp ağları sarstı. Kale direkleri yerinden oynadı.
Fakat bu yıl da çok pis bir gol yedi... Rakipler topu elle taşıdılar, hakeme diklendiler, kambura yattılar, taraftarlarının sahaya girme tehditleri de cabası... Arkadan bir de penaltı geliyor şimdi...
Peki ne olacak? AKP kapatılacak, yasaklar gelecek, onun yerine kurulacak yeni parti ezici bir çoğunlukla yeniden iktidara geçecek (yüzde 50, yüzde 60 falan "çekerse" şaşmayınız)...
Elbette bir ara dönem yaşanacak. Türkiye'de bu tür ara dönemler en az bir, en fazla üç yıl sürerler.
Sonra gene mızıkçılık yolları aranacak. Yeni parti de "bir şekilde" öldürülecek.
Sonra sil baştan... Yıllar da ilerleyecekler...
Türkiye'de halk ne kendi kaderini eline alabilecek kadar güçlü, ne de pes edecek kadar güçsüz. Bürokrasi de ne tam teslim olacak kadar zayıf, ne vurup bitirecek kadar sağlam.
Ya da isterseniz buna bir film diyelim. Bizim ömrümüz yetmez, tıpkı Baba 1, Rambo 2, Rocky 3, Yıldız Savaşları 4, Yüzüklerin Efendisi 5, Harry Potter 6 gibilerden "takip filmlerini" de artık gelecek kuşaklar seyrederler...
Sokrates tam 25 asırdır, düşünce tarihinde heybetli bir figür olarak duruyor; onu yargılayıp ölüme mahkûm eden Atina Mahkemesi ise hâlâ yargılanıyor. Bizim yakın tarihimizden bir emsal: Adnan Menderes'in gönüllerde saltanat sürmesi, onu idam eden Yassıada Mahkemesi'nin ise ebediyen mahkûm olması gibi. Bu hatırlatmaları Anayasa Mahkemesi üyeleri için yapmıyorum. Bizim sadece gündeme giren kritik davalar vesilesiyle hatırladığımız "yargılayan, yargılanır" prensibi, yargıçlar için bir yaşam düstûru olmalıdır. Yargıtay Onursal Başkanlarından Prof. Dr. Sami Selçuk'un Sokrates üzerine yazdıkları ve her vesile ile onu hatırlatması, yargının "yargılanma" konusundaki hassasiyeti olarak anlaşılmalı. Tabloyu, yine Sami Selçuk'un 1999 yılında, Yargıtay Başkanı sıfatıyla yaptığı ve artık tarihe mal olan o muhteşem "Adlî yılı açış konuşması"ndan bir cümle ile tamamlayalım: "Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargı, ne denli duyarlı olursa olsun kirli adalet salgılar."
Bakalım şimdi bizim Kasımpaşalı Delikanlı bu sefer yine hiç kimseyi kırmadan üzmeden bu olayın içinde nasıl çıkacak?
LUTİLİĞİN (HOMOSEKSÜELLİK) AFETİ
Cenab-ı Hak Lutiliği (homoseksüel) şu sebeple haram kılmıştır:Kişinin nutfesiyle beraber bir nice melekler de düşer.Nutfe dübüre akıtılınca-ki burası cinsi temasın yeri değildir-meleklerin hepsi ölür.Bir defasında Eş-Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretlerine bu durumu sormuşlar oda şöyle buyurmuş:-Bu konuda meniyle birlikte düşen melekler,yüksekçe bir yerden bir kaya parçası üzerine düşen güvercin yavruları durumundadır; düşen yavrulardan hiçbiri kurtulmaz.Hepsi ölür.Meni tenasül uzvuna akıtılınca,burası normal cinsi temas mahalli olduğundan,onunla birlikte iki gurup halinde melek de iner.Bir gurubu baba menisiyle,diğer gurubu ana menisiyle ilgilidir.Bunların toplamı 366 tanedir.Yarı yarıya denk gurup halindedir.Ne var ki erkeğin menisiyle birlikte olanlar,ana menisine nisbetle on fazlalık arzeder.Adem (as) Peygamberin Havva anamızın aslı olması sırrına nazaran erkeğin ki ile olan melekler daha çoktur.
Bu ameliyeden sonra Cenab-ı Hak o meniden bir insan oluşturmayı murat ettiğinde,yani bu konuda hükmü ve kazası tecelli edince Nutfe kan pıhtısı haline gelir.Sonra et parçası haline,sonra da birkaç dönemlerden geçip asıl biçimini alır.Meleklerin bununla ilgili gurupları da böyledir: Nutfe gelişip şekillendiği gibi onlardan her biri öylece gelişir.
Çocuk dünyaya gelince,onula birlikte o melekler de gelir.Melekler çocuğun koruyucularıdır.En büyükleri sağ tarafta koruyuculuk yapar.Çocuk babayla anne arsından meydana geldiği gibi,o melekler de,baba ve annenin zatlarıyla ilgili 366 melekten meydana gelir. (EŞ-Şeyh Abdülaziz Debbağ Hazretleri,El-İbriz,Cilt.1,Sh,540)
Bu konu ile ilgili olarak Allahu Teala Kur’an-ı Kerimde şöyle buyurmuştur: “ Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirileceğinizden kuşkunuz varsa, biliniz ki, gücümüzü kanıtlamak için sizi önce topraktan, sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız. Böylece yetişip ergenlik çağına gelirsiniz. Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki, bilirken bir şey bilmez olur.”(Hac Suresi: 22/5)
Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir.
Peygamberimiz (SAV) de bir Hadis-i Şerifte şöyle buyurmuştur: “Bir anne çocuk doğurduktan sonra onun yanına bir melek gelir ve o kadına:-Gözün aydın olsun.Allah senin bugüne kadar olan günahlarını affetti.Ben senin yerinden olsam hemen bir tane çocuk daha doğururum.”
Yukarıdaki ayet ve Hadis bu durumu doğrulamaktadır.
Cenab-ı Hak tenasül uzvuna akıtılan meniden bir çocuk oluşturmayı murad etmediğinde,yani böyle ezeli bir hükmü bulunmadığında,meleklerden bir gurup o meniyle birlikte ana rahminde iner de orada ölürler.insan için bunun bir zararı yoktur.Çünkü onların rahme girmesi ve orada ölmesinde kulun hiçbir çalışması yoktur.
Bunun bir benzerini,kandil fitilinden inen katre ışık vererek iner,ama yere ulaşmadan söner.bu bakımdan meniyi rahimden çıkarmak için bir takım sebeplere baş vurmak caiz değildir.Çünkü biz bilemiyoruz: Allah o nutfeden bir çocuk oluşturacak mı,oluşturmayacak mı?Böyle yapmakla birçok meleklerin helak olmasına teşebbüs etmiş oluyoruz.
Zinanın haram kılınmasındaki kötülük ve fesad,meleklerin helak olmasıyla ilgili değildir.Soyun kopup kesilmesinden,neslin karışmasından dolayıdır.Kıyamet günü soy cihetiyle insanların birbirinden yararlanacağı bazı hususlar vardır.Orada soy bağı iddiası ancak bir şahadetle kabul olunur.
Bunun içindir ki Resulullah (SAV) Efendimiz nikahta şahid tutulmasını emretmiştir.Aynı zamanda nikahın ilan edilmesini ve açık olarak yapılmasını da şöyle buyurmuştur: “Yarım bir koyun ile de olsa Nikah ve düğünü ilan edin.”Nikah açıkça yapılırken zina eden kimse ise,bu işi ancak gizli yapar.Aşikar yapacak olursa kendisine şer’i had tatbik edilir.Hem o bu durumda soyu kesmekte, nesli birbirine karıştırmaktadır.
İşte lutiliğin kötülükleri hakkında daha önce işaret ettiğimiz hususlar bunlardır. Cenab-ı Hak hepimizi bu gibi kötülüklerden korusun!
Şimdi yukarıdaki ayeti anlamaya çalışalım;Diriliş daha önce varolan bir hayatın tekrar verilmesidir. Şu halde diriliş -insanların ölçülerine göre- hayatı ilk defa gerçekleştirmekten daha kolaydır. Gerçi Allah'ın gücüne göre kolay şey, zor şey olmaz. Çünkü ilk defa yapmak da tekrarlamak gibi, onun iradesinin yönelişinin eseridir.
"Onun işi. bir şeyin olmasını istedi mi, ona sadece "ol" demektir, hemen oluverir." (Yasin Suresi, 37)
Ne var ki, Kur'an insanları kendi ölçülerine, mantıklarına ve kavrama yeteneklerine göre zorunlu tutuyor ve kalplerini heran karşılaştıkları, yaşadıkları ve görüp bildikleri şeylere yöneltiyor. Basiretli bir gözle, açık bir kalple, kavrayan bir duyarlılıkla bakacak olurlarsa bu da olağanüstü olaylardan biridir. Ama bu olağanüstü olayı gördükleri halde, heran karşılaştıkları halde bilinçli bir şekilde bakmıyorlar, dikkat etmiyorlar.
Ya bu insanlar nedirler? Neyin nesidirler? Nereden gelmişlerdir? Nasıl oldular? Hangi evrelerden geçtiler?
"Sizi önce topraktan yarattık."
İnsan şu dünyanın çocuğudur. Onun toprağından çıkmış, onun toprağından oluşmuş, onun toprağında hayatını sürdürmüştür. İnsanın bedeninde yer alan her elementin aynısı anası sayılan toprakta mevcuttur. Ama yüce Allah'ın insanın içine yerleştirdiği ve ruhundan bir soluk olarak üflediği o latif sır hariç. İnsan bunun sayesinde toprakta yer alan elementlerden farklı bir özellik kazanır. Ama özü, iskeleti ve yiyecekleri ile topraktan bir parçadır. Bütün elementleri bu toprakta somutlaşmıştır.
Ama toprak nerede insan nerede? Şu basit ve bilinçsiz atomlar nerede? Aktif ve algılayan, etkileyen ve etkilenen, ayaklarını yere basarken kalbi ile göklere doğru yükselen, düşüncesi ile aralarında toprak da olmak üzere, tüm maddenin ötesinde dolaşan bu mükemmel yaratık nerede?
Kuşkusuz bu, derinliği ve boyutları uzun mesafeleri kapsayan olağanüstü bir değişimdir. Aynı zamanda ölüleri diriltmekten aciz olmayan ilahi güce tanıklık etmektedir. Çünkü bu olağanüstü yaratığı topraktan ilk defa var eden O'dur.
"Sonra spermadan, sonra embriyodan, sonra yapısı belli-belirsiz bir çiğnemlik et parçasından yarattık. Size belirtmek için dilediğimiz belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız. Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız."
Basit ve cansız toprak elementleri ile canlı sperma hücrelerinden oluşan meni arasındaki mesafe korkunçtur. Bu dönüşümün evrelerinde büyük bir sır yatmaktadır; hayat sırrı... Milyarlarca senedir süren bu sır hakkında insanlar halâ kayda değer bir şey bilmemektedirler. Milyarlarca senedir heran basit elementlerden canlı hücrelere doğru gerçekleşen bu sayısız dönüşümler hakkında doyurucu bir şey bilmemektedirler. Bütün bu olup bitenleri gözlemlemek ve onaylamaktan başka bir şey gelmiyor ellerinden. İnsan bu konuda oldukça istekli de olsa hayatın yaratılış ve ortaya çıkış sırrını keşfedemez. Her defasında bir imkânsızlıkla karşı karşıya kalır.
Bunun yanında bir de insan menisinin pıhtılaşmış kana, pıhtılaşmış kanın bir çiğnem ete, bir çiğnem etin de insana dönüşmesi sırrı var!
Nedir meni? Erkeğin suyudur. Bu suyun bir damlasında binlerce sperma var. Bunlar arasında bir tanesi rahimdeki suda bulunan kadın yumurtasını döller. Onunla bütünleşir ve rahmin duvarına yapışıp kalır.
Sperma tarafından döllenen bu yumurtada... Her şeye gücü yeten kudretin, onu kendi iradesi ile oraya yerleştiren gücün yardımı ile rahmin duvarına asılı kalan bu küçücük noktada... Evet bu küçücük noktada ilerde oluşacak insanın tüm özellikleri, bedensel özellikleri, uzunluğu, kısalığı, şişmanlığı-zayıflığı, çirkinliği-güzelliği, hastalığı-sağlığı bir bir mevcuttur. Bu noktacıkta insanın sinirsel, akli ve ruhsal özellikleri de yatmaktadır; eğilimleri, ihtirasları, karakterleri yönelişleri, saplantıları-yetenekleri gibi...
Kim düşünebilir ya da doğrulayabilir ki, bütün bunlar o rahmin duvarına asılıp kalan küçücük noktada yeralıyor? Bu küçücük ve zayıf noktanın şu mükemmel ve her biri diğerinden farklı bir varlık olan insan olduğunu kim düşünebilir? Hiçbir zaman yeryüzünde birbirine tıpatıp benzeyen iki insan görülmüş değildir.
Sonra pıhtılaşmış kandan, bir çiğnem ete dönüşüm... Bu katılaşmış kan parçasıdır. Ne bir özelliği ne de bir biçimi vardır? Sonra yaratılıyor ve şekil alıyor. Kemiklerden bir iskelete dönüşüyor, bunlara da et giydiriliyor. Ya da eğer insana dönüşmesi takdir edilmemişse rahim tarafından dışarı atılıyor.
"Size belirtmek için."
Burada, bir çiğnem et ile çocuk arasında bir istasyon var. Ayetin akışı bu ara cümlecik ile bu istasyonda duruyor.
"Size belirtmek için."
Bir çiğnem etteki işaretleri açıklamak münasebeti ile ilahi gücün kanıtlarını size açıklamak için... Bu da Kur'an-ı Kerim'deki edebi ahenk yöntemine uygun olarak ifade ediliyor.
Ayet, ceninin geçirdiği evrelerle birlikte akışını sürdürüyor.
"Dilediğimizi belli bir sürenin sonuna kadar rahimlerde tutarız:"
Yüce Allah tamamlanmasını dilediklerini, zamanı gelinceye kadar rahimlerde tutar.
"Sonra da sizleri çocuk olarak meydana çıkarırız."
Şu ilk evre ile son evre arasındaki korkunç mesafeye bakın!
Bu mesafe zaman itibariyle alışılageldiği şekliyle dokuz aya denk düşmektedir. Ama meninin özellikleri ile çocuğun özelliklerinin farklılığı bakımından bundan çok daha uzun bir mesafedir. Gözle görülmeyen sperma ile birtakım organlara karakteristik çizgilere ve niteliklere, sıfat ve yeteneklere, eğilim ve ihtiraslara sahip mükemmel bir yaratık olan insan arasındaki mesafe korkunçtur.
Bilinçli bir düşünce bu mesafeyi ifade etmeye kalkışamaz. Sadece her şeye gücü yeten ilahi kudretin yaptıkları karşısında defalarca ve ürpererek durur, düşünür. Sonra ayetlerin akışı, bu çocuğun ışığı gördükten sonra geçirdiği evreleri anlatmaya başlıyor. Gözlerden uzak bunca dehşet verici mucizenin gerçekleştiği o gizli dünyadan ayrılıyor.
"Böylece yetişip ergenlik çağına gelirsiniz."
Bedensel, akli ve ruhsal gelişmenizi tamamlarsınız. Ayrıcalıklar bakımın dan yeni doğmuş bir çocuk ile gelişmesini tamamlamış insan arasında öylesine büyük farklar var ki, bunlar zamanla ifade edilen mesafelerin çok üstündedirler. Ne var ki, harikalar yaratan ilahi gücün eliyle gerçekleşmektedir. Yeni doğan çocuğa gelişmiş bir insanın özellikleri ve yeteneklerini yerleştiren ve zamanı gelince yeteneklerin ortaya çıkmasını sağlayan O'dur. Aynı şekilde rahmin duvarına asılıp kalan o küçücük noktaya bir çocuğun özelliklerini yerleştiren de O'dur. Halbuki bu nokta bayağı bir su'dan başka bir şey değildir.
"Kiminizin erken yaşta canı alınır ve kiminiz de ömrünün en kötü dönemine kadar yaşatılır ki; bilirken bir şey bilmez olur."
Ölen her canlı, eninde sonunda varacağı akıbete doğru yol alır. Ama ömrün en düşük zamanına kadar yaşayanın durumu ise, her zaman üzerinde düşünmeye açık bir sayfadır. Çünkü böyle birisi, bilgi sahibi, güçlü, bilinçli ve olgun bir duruma ulaştıktan sonra yeniden çocuklaşıyor. Hafızası, bilinci ve bilgisi açısından bir çocuktur artık. Planlama ve değerlendirmesinde bir çocuk gibi davranır. Bir çocuk gibi küçücük bir şeyden dolayı mutlu olur, yine en basit bir şey ağlatır onu. Hafıza bakımından çocuktur, hiçbir şey tutamaz aklında. Unutkandır, hiçbir şey hatırlayamaz. Çocuklar gibi olayları ve deneyimleri ayrı ayrı ele alır, aralarında bir ilgi kuramaz. Duygu ve bilinç olarak bir sonuca ulaşamaz. Çünkü daha sonucu getirmeden başını unutur:
"Ki bilirken bir şey bilmez olur."
Böylece düşündüğü, yorumlar yaptığı, batıla uyarak Allah ve sıfatları hakkında gereksiz tartışmalara girdiği aklından ve bilincinden bu bilgi çıkar gider.
Ayeti kerime, insanda meydana gelen yaratma ve diriltme sahnelerini sunduktan sonra toprakta ve bitkilerde meydana gelen yaratma ve diriltme sahnelerini sunmaya başlıyor.
"Yeryüzünü de kupkuru görürsün. Fakat biz oraya su gönderdiğimizde titreşir, kabarır ve her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir."
Sönüp kurumaya yüz tutmak hayatla ölüm arasında bir aşamadır. Sudan önce yerde böyle olur. Çünkü su hayat ve canlılar için vazgeçilmez bir unsurdur. Toprağın üzerine su indiği zaman "harekete geçer ve kabarır." Son derece ilginç bir hareket. Bilimsel çalışmalardan yüzlerce yıl önce Kur'an-ı Kerim bunu ortaya koyuyor. Çünkü kurumuş toprak üzerine su iner inmez sarsılarak harekete geçer. Suyu içer ve kabarır. Gelişerek bitkiler için hayat elverişli hale gelir.
"Her gözalıcı bitkinin çiftini yetiştirir."
Hayatın gizlendiktén sonra ortaya çıkması, kurumaya yüz tuttuktan sonra canlanması kadar güzel bir şey var mıdır?
Kur'an-ı Kerim bütün canlı varlıklar arasındaki yakınlıktan bu şekilde söz eder. Onları, ayetlerin birinde topluca dile getirir. Hiç kuşkusuz bu, canlılar arasındaki bu güçlü yakınlığa dikkat çekmek için başvurulan son derece ilginç bir yöntemdir. Bu aynı zamanda hayat unsurunun birliğini, hayat, toprak, bitkiler, hayvan ve insanlar arasında oraya buraya yönelten iradenin birliğini göstermektedir.
NAMAZ KONUSUNDA KATMERLİ YALAN!
Amasya'da türban takmaya ve namaz kılmaya zorlanan 4 kız öğrencinin okulu bıraktığı yönündeki haberlerin asılsız olduğu ortaya çıktı.
Anadolu kız meslek lisesine bağlı pansiyonda baskıya maruz kaldıkları ileri sürülen çocuklardan 3'ünün pansiyonda hiç kalmadığı belirlendi. Diğer öğrenci de, dinî faaliyetle suçlanan müdür yardımcısı göreve başlamadan önce pansiyondan ayrılmış. "Dinci baskıya karşı çıkan öğretmenlere nöbet tutturulmuyor." dediği ileri sürülen Türk Eğitim-Sen şube başkanı, böyle bir ifade kullanmadığını açıkladı.
İl Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt'un dün yaptığı yazılı açıklama da çarpıtma olayının vahametini gözler önüne serdi. Öğrenciler H.D., G.D., Ş.Ç. ve Ş.D.'ye, Din kültürü dersi öğretmeni Ahmet A. ile kaldıkları pansiyonun müdür vekili Özlem Y. tarafından baskı yapıldığı iddiası üzerine inceleme başlattıklarını anlatan Akkurt, elde ettikleri sonucu şöyle özetledi: "4 öğrenciden H.D., G.D. ve Ş.Ç., okulun pansiyonunda hiç kalmadı. Bu öğrencilerin aileleri Tokat'ın Turhal ilçesinde iş bulduğu için çocuklarının naklini o bölgeye yakın olan Aydınca Lisesi'ne aldılar. Diğer öğrenci Ş.D., 20-27 Eylül tarihleri arasında okulumuz pansiyonunda bir hafta kaldı. Haberde ismi zikredilen okulumuzun pansiyonundan sorumlu müdür yardımcısı Özlem Y. ise 1 Ekim'de göreve başlamıştır. Bu nedenle kız öğrencilere herhangi bir dinî baskı yapmış olması mümkün değildir. Zorlama veya baskı iddiasıyla ilgili olarak bize herhangi bir şikâyet gelmedi. Öğrenciler, veliler veya sendika temsilcisi dilekçe vermedi."
Amasya Anadolu Kız Meslek Lisesi 9 ve 10. sınıf öğrencileri olan ve yaşları 16 ile 17 arasında değişen H.D., G.D., Ş.Ç. ve Ş.D.'nin, Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri Ahmet A. ve kaldıkları pansiyonun müdür vekili Özlem Y. tarafından namaz kılmaları ve kapanmaları yönünde baskı gördükleri iddiası asılsız çıktı.
Konu hakkında yayınlanan haberler üzerine inceleme başlatan İl Milli Eğitim Müdürlüğü, 'dinî baskı' ifadelerinin gerçek dışı olduğunu ortaya çıkardı. Amasya Milli Eğitim Müdürü Necati Akkurt, yaptığı yazılı açıklamada, 4 öğrenciden H.D., G.D. ve Ş.Ç.'nin kız meslek lisesi pansiyonunda hiç kalmadığını belirtti. Dinî baskı iddiasıyla kendilerine şikayet gelmediğinin altını çizen Akkurt, ayrıca pansiyonda erkek öğretmen görevlendirilmediğini hatırlattı. Akkurt, "Okulun kadrosunda bulunan 14 bayan öğretmene belletici olarak görev verilmektedir. Ayrıca yaptığımız denetimlerde pansiyonda başı kapalı çalıştığı öne sürülen müdür yardımcısı Özlem Y.'nin kılık kıyafet yönetmeliğine uygun olarak çalıştığı gözlemlenmektedir." şeklinde konuştu. Din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni Ahmet A., okulda her şeyin şeffaf olduğuna vurgu yaparak, baskı ve zorlamanın söz konusu olmadığını belirtti. Geçen yıl hakkında ortaya atılan iddianın asılsız olduğunun günyüzüne çıkmasına rağmen böyle bir haber yapıldığına dikkat çeken Ahmet A., hakkındaki iddiaların gerçeği yansıtmadığını bildirdi. Yurt müdür yardımcısı Özlem Y. ise habere konu olan öğrencilerden sadece bir tanesinin yurtta kaldığını ve onun da 27 Eylül'de yurttan ayrıldığını söyledi. Toplu namaz ve dini baskı gibi bir durumun söz konusu olmadığını vurgulayan Özlem Y., veliler ile yurtta kalan öğrencilerin bu konuda hiç şikayetçi olmadığını sözlerine ekledi.
'Muhabir, açıklamalarımı çarpıtmış'
Türk Eğitim-Sen Amasya Şube Başkanı Kamil Terzi, haberde yer alan açıklamanın kesinlikle kendisine ve sendikaya ait olmadığını bildirdi. Kendisine sorulan pansiyonla ilgili bir soru üzerine nöbetler konusunda açıklamada bulunduğunu belirten Terzi, "Açıklamalarım çarpıtılmış." diye konuştu. Öğrenciler ise okullarında kesinlikle bir baskının söz konusu olmadığını söyledi. Daha önce de okulları hakkında benzer haberler yapıldığını ifade eden öğrenciler, bu tür haberlerle okullarının gündeme gelmesinin kendilerini rahatsız ettiğini kaydetti. Lisede öğrenim gören ve pansiyonda kalan 9. sınıf öğrencisi Ö.H., "Okuldan ayrılan arkadaşlarımız okulu beğenmedikleri veya uzak buldukları için bahane uydurmuşlardır.
Okulumuzda hiçbir zaman baskı görmedik." dedi.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
GERÇEKTEN DE ZOR ZAMANDA MIYIZ? 10/07/2009 CUMA-YÜREĞİR/ADANA
Gazete,dergi ve radyo ile tanıştığımızdan buyana hep: “Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.Bugün her günden daha çok birlik ve beraberliğe ihtiyacımız var” gibi demeçleri bir yandan gazetelerden okurduk,diğer taraftan da radyolardan duyardık.” Daha sonra hayatımıza Televizyon girdi.Aynı demeçleri televizyonlarda da duyar olduk.İktidarda olanlar hep mevcut durumda şikayet ederlerdi.Kendi kendime; “-Bre adam sen iktidardasın! İktidar şikayet mercii değil,çare bulma mercii” derdim.
Yaşımız ilerleyip te okudukça anladım ki gerçekten Türkiye göründüğü gibi bir ülke değilmiş.Yani Türkiye ne laik,ne demokratik ne de sosyal bir hukuk devleti değilmiş.Türkiye egemen güçlerin karanlık odalarda dikta edilerek idare edilen bir ülke imiş.Görünüş itibarıyla anayasamızın 2.maddesinin sonunda belirtilen demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti kağıt üzerinde mevcut.Ama gel gör ki uygulama söz konusu olunca;kazın ayağı hiç de öyle sanıldığı gibi olmadığı ortaya çıkıyor.Şu an mevcut uygulamaya göre Genelkurmay başkanlığı Başbakanlığa bağlı.Ama her nedense 2002 yılına gelene kadar hatta 2007 yılının sonuna kadar Genelkurmay başkanlığı hep emri altında çalıştığı Başbakanlığa veya diğer bakanlara emir veren kurum olmuştur.Emir vermekle yetinmemiş,bugüne kadar iki ihtilal,bir muhtıra,bir Postmodern darbe ile bir de E muhtıra vermiştir.
Son olarak mecliste geçen bir kanun maddesine göre; “görev başındayken suç işleyen askeri personelin sivil mahkemelerde yargılanması” ile ilgili madde üzerinde başta Genelkurmay olmak üzere,ana muhalefetle beraber sözde askere karşı bir ASİMETRİK PSİKOLOJİK HAREKET YAPILMAKTA İMİŞ. Peyde peh.Duyda inanma(!).Fazla uzaklara gitmeden şöyle 12-15 sene geriye gittiğimizde Askerin mi,yoksa sivillerin mi? Asimetrik Psikolojik Hareket Yaptıklarını görürüz.İşte canlı ve taze örnekler:
Asıl hükümete ve millete asimetrik psikolojik harekât yapmaktan Batı Çalışma Grubu'nu kuranlar, izin verenler yargılanmalı.Andızların hesabı soruldu mu?
İsmail Hakkı Karadayı yargılanmalı. Çevik Bir yargılanmalı.
Bakınız, asker hiçbir zaman siyasetçiye saygılı davranmadı. Çünkü kendisini her zaman onlardan üstün görüyor ve gerektiğinde alaşağı ederiz diye bakıyordu.
Parlamento muhabiri iken Doğan Güreş'e Özal zamanında Necip Torumtay'ın istifa sebebini sormuş. O da Şöyle demiş:
"Torumtay duygusal bir adamdı. Özal bir kararname göndermişti. O da gururuna yediremedi istifa etti..."
Peki siz olsanız ne yapardınız: "Kararnameyi yırtar, geri gönderir ve yeniden yazın derdim" dedi.
Çevik Bir Paşa İçişleri Bakanı Meral Akşener'e "Seni bakanlığın önünde kazığa oturturum" demişti.
Siz halkın kahir ekseriyetle seçtiği bir başbakanı uyduruk mahkemelerle asmış bir geleneği temsil ediyorsunuz.
Dolayısıyla güveni hak ediyor musunuz?Siz Emniyet İstihbarat Daire Başkanı'nı darbeyi rapor etti diye yargıladınız.Nasıl güvensin size millet!
Başbakanlığa bağlı bir kurum olmasına rağmen her nedense Genelkurmay bugüne kadar tahterevallinin hep ağır tarafı olmuştur.Hukuk devletinde kuvvetliler değil,haklılar güçlü olur.Ama gerek içinde bulunduğumuz şu dünyamızda gerekse memleketimizde hep güçlüler haklı addedilmiştir.Çarpıklık sadece Genelkurmay değil.Devletin diğer kurumları da böyle çarpık bir yapılanma içerisindedir.En büyük çarpıklıkta bütün bu çarpıklıkları düzeltecek olan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ile Anayasa mahkemesinde görülmüştür.Bu kurumlar et-tuz misalidir.Yani et kokarsa tuzlarız da,tuz kokarsa ne yaparız,hikayesi.
Bu millet Kurtuluş savaşını hep beraber yaptı ama Cumhuriyeti belli bir egemen zümre kurdu.Onun içinde kendi aleyhlerine olacak veya olabilecek bütün düzenlemelere birer kılıf bulmuşlardır.Mesela 1982 Anayasasındaki mevcut geçici 15.madde.Mesela hukuk alanındaki yanlışları kamuflaj eden; “-Şeriatın kestiği parmak acımaz.Mahkemeler bağımsızdır,kararlarına itiraz edilmez.”gibi klişeleşmiş cümleler.Mahkemeler bağımsız olabilirde o mahkemelerde görev yapan hakimlerde bağımsız mı acaba? Geçtiğimiz hafta Ankara Cumhuriyet Başsavcılığının, hesaplarında trilyonluk usulsüzlükler gerçekleştiren Cumhuriyet Halk Partisi hakkında dava açması en çok konuşulan gündem maddelerinden biriydi.
Anayasa Mahkemesi’nin incelediği hesaplarda belirlenen yaklaşık 1 trilyonluk usulsüzlük üzerine Başsavcılığın sadece usulsüzlük yapılan dönemlerde (1998, 2004, 2005, 2006) görev yapmış olan eski Saymanı Mahmut Yıldız, eski Muhasebe Müdürü Ertuğrul Kaya ve Muhasebe Görevlisi Ersin Şenol hakkında dava açması Türkiye’de kime nasıl muamele edildiğinin en açık göstergesiydi.
Zira, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ve Genel Sekreteri Önder Sav’ın davadan muaf tutulmaları, Refah Partisi hakkında açılan trilyonluk davasındaki uygulamayı hatırlattı.
O dönemde başta Genel Başkan Necmettin Erbakan olmak üzere partinin 76 il başkanı hakkında dava açılmıştı. Bu davada, Erbakan ve arkadaşlarına hem siyasi yasak getirildi hem de hapis cezası verildi.
Tüm harcamalarını belgelemelerine rağmen, elitist egemenler tarafından haksız ve hukuksuz bir şekilde Erbakan ve arkadaşlarına verilen ceza, yüzyıldan fazla bir süredir halka karşı verilen savaşın geldiği son noktaydı. Bugün benzeri bir olayda CHP liderinin davanın dışında bırakılması şaşırılacak bir durum değildir. Baykal ile aynı yasakçı düşünceyi paylaşanların, elbette hakkında dava açması düşünülemez. Hukukun sadece yasakçı güruhun lehine çalıştığı bu ülkede Ergenekon rejimi sona erdiğinde, o zaman gerçek anlamda hukuk devleti de herkese eşit muamele edebilecektir.
Ergenekon hukukunun aynı görüşte olmasından dolayı CHP ve avukat liderine geçtiği bu kıyağın yanında, ilk defa Vakit gazetesinin ortaya çıkardığı CHP'nin trilyonluk naylon fatura yolsuzluğu iddiasıyla ilgili davadan ise henüz bir sonuç çıkmaması da düşündürücü. Bakalım Ergenekon hukuku siyasi uzantısı CHP’nin bu naylonu karşısında nasıl bir tavır takınacak hep birlikte göreceğiz…
Sözde Türkiye’nin en saygın ve en güvenilir mahkemesinde iki tane aynı sahne ama farklı sonuç.Şimdi kim kalkıpta bana:-Türkiye’deki mahkemeler tarafsızdır,mahkeme kararlarlarına itiraz edilmez,uyulur diyebilir.Dese bile kimi inandırabilir.Ben inanmıyorum.Birileri beni inandırsın.Ya da adam gibi karar versinler ki ben de inanayım.
İşte bu iki örnekte görüldüğü gibi memleketimizdeki mahkemeler maalesef ve maatessüf ki tarafsız değiller.Ben tarafsız olmadıklarını yukarıdaki iki örnekle belgeledim.Birisi de tarafsız olduklarını iki belge ile açıklasın.Aydınlarımızın gizli ajandası olduğu gibi maalesef mahkemelerimizin de gizli ajandaları olduğu böylece ortaya çıkmış oluyor.Hani bazıları niyet okuyuculuk yaparak birşeyler söylemeye çalışır.Ama burda niyet okumayı gerektirecek herhangi bir durum yok.Çünkü herşey çok açık ve net bir şekilde görülüyor.Gerisi hep laf-ı güzaf ve saire yani.Adalet yine bir başka bahara kaldı.Et kokarsa tuzlarız.Ya tuz kokarsa ne yaparız.Yani şu anda adalet mekanizmasında tuz koktu.
Bir ülke düşününki o ülkede seçimle işbaşına gelen Başbakan’a,atanmışlar tarafından onlarca suikast düzenlensin.Bu suikastı düzenleyenlerin başında da askerler olsun.Ve bu askerlerin yargılanması yapılmasın.Neden?Efendim bizler Genelkurmay Başkanlığı olarak İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesine dayanarak bunları yapıyoruz.Sayın Başbakan’ın en başta bu yönetmeliği değiştirmeni istiyorum.Gerçi hukuk devletinde yasa,tüzük,tamim ve yönetmelikler anayasaya dayanmalıdır.Gerçi haberi olan var mı bilmem? Ama bizim de anayasamızın 11.Maddesinde: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.” Bence Genelkurmay Başkanlığının İç hizmet Yönetmeliğinin 35.maddesi anayasamızın 11.maddesine aykırı.
Bütün bu olup bitenlere bakınca;İnsaf ve iz’an ehli olanlar bu iktidarın gerçekten zor bir durumda geçtiğini düşünerek onlara maddi ve manevi desteğini esirgemez.
“KULA BELA GELMEZ,KUL
AZMAYINCA/KULA BELA GELMEZ HAK YAZMAYINCA” HAYDAR KELEŞ 29 MAYIS 2008 PERŞEMBE YÜREĞİR-ADANA
Bugün 29 mayıs.İstanbul’un fethinin 555.yılı.Fetih yıl dönümü ile ilgili bir yazı yazacaktım.Ama dün akşam son dakika ajanslara “Tele-kulak” haberi ortaya atılınca mecburen bu yazıyı kaleme almak zorunda kaldım.Ajanslardaki habere bakılırsa sözde devletin istihbarat dairesi tarafından CHP genel merkezinin dinlenmesi için son derece gelişmiş bir cihaz yerleştirilip CHP genel başkanı olmak üzere herkes dinlenmiş.CHP genel başkanı Sayın deniz Baykal alel acele kameraların karşısına geçti.Ve bu olayın bir watergate olayı olduğunu,Başbakanın ve İç işleri bakanının derhal istifa etmesi gerektiğini söyledi.Açıklaması bitince gazeteciler;-Genel sekreter önder Sav’ın geçenlerde bir vatandaşla konuşurken hem İslam dini hem de Peygamberimizi aşağılayıcı açıklamalar yaptığı konusunda görüşünü sorması üzerine; Sayın Baykal.-E! E! E! E! E! dedikten sonra olayın özel bir toplantı esnasında gerçekleştiğini bunun da özel hayatın gizliliği içerisinde olduğunu söyledi.